1973 sonu, 1974 başları idi. Konya’mız İç Anadolu’nun kesimlik hayvan pazarı olma niteliğini üstlenmişti. Kesimlik hayvan derken yanlış anlaşılma olmasın, bu hayvanlar at, katır ve merkepten oluşurdu. Zaten Konya eti yenir hayvanların yıllarca anavatanı olmuş, halen de öyledir. Kayseri, Konya, Niğde, Nevşehir, Yozgat gibi illerden alınan tek tırnaklı hayvanlar Konya üzerinden Mersin limanına, oradan da İtalya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine ihraç edilirdi. Böylece Konya’da büyük bir hayvancılık hareketi oluşurdu.

O zamanlar henüz köyde ikamet ediyordum ama köye İstanbul’dan geleli üç yıl olmuştu. Güzel konuşuyordum, tatlı da bir hitabetim olduğu söylenirdi. Bir gün Konya’da sütçülük yapan arkadaşımı ziyarete gelmiştim. Kendisi merhum oldu, Allah rahmet eylesin. Evdireşe’de, yani Yaylapınar’da otururdu. Karaaslan, Selim Sultan ve Saraçoğlu’ndan at arabası ile sütü toplar, bir mandıraya verirdi. O gün ben de arkadaşımla beraber süt toplamaya çıktım. İsmail ağa adında bir müşterisine uğradık. Ağa ile arkadaşım çok samimi olduğu için biraz laubali konuşuyorlardı. Ama İsmail ağa tam bir ağa! Eski Gonyalı, konuşmaları falan çok ekâbir. Ben de lâf düştükçe ailemden aldığım ve İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde daha da pekiştirdiğim edep ve terbiyem gereği gayet kibar konuşuyordum. Onun hareket ve konuşmalarından da çok hoşlanmıştım. Ağa “Oğlum sen nerelisin?” dedi. Ben 28 yaşlarındayım. Adaşım ise en az 70 yaşındaydı ama hiç de öyle göstermiyordu. Ezilmemiş, ağavari yaşamış, gayet vakur ve kendinden emin görünüyordu. “Ağa ben Gilissiralı’yım” dedim. Zaten ağa her köyü biliyor. Bana “Ulen dabış (bu sözün manası nedir o zaman bilmezdim ama Konya’da büyüklerin küçüklere söyleye geldiği bir mecazi kelimeydi) senin ağzın torbaya yakın, iyi sohbet edilir. Amma köyün uzak hay oğlum” dedi. Bizim arkadaş rahmetli Hüseyin, “İsmail ağa ben arkadaşımı sana bırakayım. Siz sohbet ederken ben sütleri mandıraya yıkar gelirim. Arkadaşımı da alır giderim. Eğer arkadaşım kabul ederse” dedi. Ben de İsmail ağayı zaten sevmiştim, “kabul” dedim. Ağa da “İsmail Efendi kalırsa istersen heç gelme len dabış, ben ona gözüm gibi bakarım evvel Allah” dedi. Arkadaşım gitti, biz ağayla kaldık.

Oradan buradan biraz konuştuktan sonra bazı arkadaşların vefasızlığından bahis olunca İsmail ağa dertlendi. “Ulen Ismaylım, sorma başıma gelenleri! Hani insan beşer şaşar derler. Bazı yanlışlığa düşüyoruz, yaptığım işi sana anlatayım da sen de gül” dedi rahmetli ve o bal akan ağzındaki tatlı dili ile anlatmaya başladı:

“Gardaşım bir gün pazardan bir inek aldım. Eve çekip geleceğim, mübarek hayvan arkamdan gelmiyor. Elinde bir at ile bir adam tebelleş oldu. (Yani yanımda belirdi.) Bana “Ağa ineği süreyim de sana yardım edeyim mi?” diye sordu. Ben de (edersen ediver arkadaşım sağ ol) dedim. İneği bizim eve kadar sürdü. Ben de (gel artık kahvaltı yapalım, bir acı gayfe içelim) dedim. Atını bizim ahıra bağladık, eve çıktık gara Ismaylım. Yengen sağ olsun, beni misafire karşı heç mahçup etmez, gene öyle bol yemekler yapmış, önümüze getirdi. Yedik, üstüne gayfeleri içtik, şuradan buradan konuştuk. Hani öğünmek gibi olmasın garam, benim tarla tapan çok. (Konya’nın yakın köyü, şimdi ise artık belediye hududunda.) Oğlan uşak ayrı. Ahır samanlık bol, uşaklar şehre gettiler, köy zor geldi dabışlara, biz yengenle çiftçi buluruz, ektiririz diktiririz. Elimizi soğuk sudan sıcak suya değdirmeyiz. Hasadı kaldırırız. Saman bol, yem bol, dene (buğday, arpa) bol, yiyecek bol, pek biz de hayvan da bulunmaz. Bir yaylı araba atı, bazen de bir iki inek olur süt ünü sağarız, böyle bir hayat süreriz.

İşte bizim misafir bizim bu durumu görünce Ismaylım bize çabuk ısındı. Bana dayı der, yengene yenge yenge der. Neyse garam, kısa zamanda dostluk ilerledi. Adam cambaz, filan şehirden gelir (vilayetini de söyledi ama ben de kalsın) at alır, eşek satar. Satamadığını getirir bizim ahıra bağlar. Aç ise karnını doyurur, atına eşeğine saman bol, yem bol, para pul yok oh ne ala memleket! Varsın yesin yedirsin gara Ismaylım, onu aramam. Yalnız her gelip gidişinde (yahu dayı yengemi kışın boş zamanda bizim oraya bir alıp gelmiyorsun, sana kırgınım) der. Sitem ider gider. Baharın gelir iki üç ay yine at eşek alır satar gider, güzün gelir. Bir iki ay daha alır satar, burda benim evimde galır. Yine bu yıl giderken (yahu dayı ne olursun bu sene bari yengemi al gel, şöyle uzunca bir misafirim olun da ben de rahatlayayım) dedi, gitti. Bir kış günü deliliğim tuttu ellehem (galiba). Ulen nidecen hay gidi! Hanıma (ülen hanım şu oğlan cambaz yeğen üsteleyip duruyor. Gel şunun yanına gidelim, birkaç gün kalalım. Hem esneğimiz esilir. (gönlümüz hoş olur hava alırız), hem de bir gezmiş oluruz) dedim. Hanımın zorla göynünü ittim garam. Trene bindik, kış kıyamet vardık yeğenin memleketineee. Verdiği edireseyi (adres) bulduk, sorduk yeğeni, (aha şu gayfede) dediler. İçeri girdim, yengen dışarıda bekleyor. Hava da soğuk, Selam virdim, masada kâğıt oynamakla meşgul olan bizim yeğenin yanına sokuldum. (Haydi, bakalım yeğen gel gel diye diye bizi getirttin bakalım) dedim. Yüzüme mal gibi bakar ısmaylım! “Kime deyyon sen dayı” demez mi? (Sana dirim oğlum, ben Konya’dan Ismayıl dayın ülen, kafan hasta mı, beni bilemedin mi? Bize gelin Konya’ya at alın eşek satan, bizim ahıra bağlan ya!) dedim. (Yok, dayı yanlışın var, ben ne Konya’ya varırım ne de at eşek alır satarım) demez mi? Dabış ülen hay gidi bi çay bari söyler adam! O da yok. Dışarıdaki hanıma seslendim (gel hele avrat) didim o gariban da çay içip de gideceğiz zannetti herhal; hızlıca geldi zavallı. (Bak hanım şu bizim yeğen değil mi?) didim. Acaba ben bunadım filan mı diye hanıma da tasdik ittirdim. (Evet, o) didi. (Bak hanım bizim yeğen bizi tanıyamadı, hadi gidelim, bu bize bir ders olsun) didim.

Ben dayanamayıp araya girdim. (Acaba adamın evi filan yok muydu ki ağa?) diye sorunca ağa devam etti:

Ne biliyim canım; Sapı siliğin biriymiş allehem (herhalde) bizde adam sandık eşeği, sırtına vurduk gaşağı! Neyse gayfeden kıçımıza bakınarak çıktık. Bir lokantada çorba içip garnımızı doyurduk. O gün o saatten soğna Gonya’ya vesaitte (vasıta) yoğumuş. Orda galdık bi ütelde (otel) yattık. Ertesi gün tekrar bilet aldık, trenle Gonya’ya geldik.

Ben (Allah Allah, İsmail ağa, geçmiş olsun. Ne ayıp şey yahu) dedim. Ağanın sözü bitmemişti. (Amma dur garam daha bitmedi) diyerek hikayenin can alıcı kısmına geldi: