Konya Karatay’dan çıktı sökün eyledi,

Turun önü Ereğli’yi boyladı,

Rabbim bize gezi için yol verdi,

Yolunuz açık olsun kültür dostları.

Diye başladık TYB Konya Şubemizin mutat olarak her yıl gerçekleştirdiği ‘Yazılacak Çok Şeyimiz Var” adlı kültürel gezi programımıza.

20 yıllık TYB üyeliğim süresince biri ülke dışına olmak üzere birçok şehre ve ilçelere yaptığımız gezilerin sayısını unuttum, desem yalan olmaz.

Ereğli’yi geçtikten sonra; yüce dağların delinip tüneller inşa edilerek insanoğluna yollar açılıp seyahat sürelerinin hem güvenli hale getirili hem de kısaltıldığını görünce ülkemin idarecilerine minnet duygularım dile geldi. Sıra dağları seyrederek giderken temaşa ettiğim manzara güzel ülkemin ihtişamının adeta bir tablosuydu. Dağları gâh çamlar, sedirler, gâh maki bitkileri ile süslü, vadileri yeşilden sarıya meyletmiş hububat tarlalarıyla örülmüş; adeta canlı tablonun içinden geçerek güneyin yıldızı Hatay’a doğru yol aldık.

Her yolculuğumuzda adet olduğu üzere sırayla herkes mikrofon başına gelip geziye dair duygularını yahut hatıralarını anlatıyordu. Ahmet Köseoğlu başkan bu defa ilk olarak, grubun en yaşlısı olan bendenizi mikrona davet ediverdi. Başkan her ne kadar “Konuşmalarda teşekkür faslı bulunmasın” dese de büyük bir titizlikle yürütülen organizasyon için herkes gibi ben de teşekkür etmeden geçemedim.

Yol kenarlarında, insanlığın genel gıdası hububatın altın gibi sararıp hasat kıvamına geldiğini ve dahi bazı yerlerde hasat edildiğini görmek ülkemizin bize dört mevsimde sunduğu güzelliklerden bir parçaydı.

Bundan 47 yıl önce Hatay’ın ilinin Cilvegözü sınır kapısına bir hacı karşılama serüveni yaşamış başka da uprak verememiştik. Bu Hatay’a ilk kapsamlı gezimizdi.

Konya sınırlarını tam çıkıyorduk ki üç gün boyunca, önceleri kabusa dönen, sonraları üzerine espriler ürettiğimiz seri trafik kontrolü maceramız da başlamıştı! Meğer seyahati organize eden şirketin kiraladığı otobüsün plakasını bir densiz kopyalayıp sahte plaka üretmiş ve Ege dolaylarında kullandığı görülmüş. Gerçek plaka bizde ve Akdeniz’e seyahat ediyorduk ama EDS denilen sistem bizi gördükçe trafik ekiplerini harekete geçiriyor, bazen etrafımız adeta sarılıyordu.

Ereğli’yi geride bırakarak İç Anadolu iklimine veda ettiğimizde yol boyunca boy vermiş Akdeniz havzasına has kırmızı beyaz zakkum çiçekleri bize hoş geldiniz der gibiydi.

Bu kadar yakınından geçerken inanç dünyamızın büyükleri Ashab-ı Kehf’i ziyaret etmek olmazdı. Biz de yönümüzü Tarsus’a çevirip insanlığa ibret olan mağarayı ve dahi 7 uyur adına yaptırılan camii ziyaret ettik.

Pozantı’da Cuma Namazımızı eda edip öğle yemeğimizi de aldıktan sonra gözümüz dağlarda, kulağımız Hatay türkülerinde olarak yolumuza devam ettik. .Her gezide adetimdir, durmadan not alırım. Yine aynısını yapıyorum. Üstelik bu gezi de tam onbir sayfa not yazmışım ki sanırım kendi adıma rekor oldu.

Yolumuzu bazen defne bahçeleri, bazen mısır tarlaları ve turunçlar süslüyordu. Saatimiz 17.10’u gösterirken İskenderun’da ufukta belirdi. Artık Akdeniz’in son sularındaydık. Amanos dağlarını aşıp Hatay’ vasıl olduğumuzda saat 19.10 olmuş, güneş keskin ışıklarını indirmişti. Akşam yemeğine restoranına misafir olacağımız

otelin, bodrum kattaki mescidini iç içe geçmiş odalar arasında macera tarzı bir arama ile bulup ikindi namazımızı eda ettikten sonra yemyeşil vadide çağıl çağıl çağlayan, yolunun kenarı alışveriş barakaları ile süslü Harbiye Şelalelerine doğru yürüdük. Manzara temaşa edildi, fotoğraflar çekildi, dileyen satıcı tezgâhlarını ziyaret etti ve otelin şelaleye nazır restoranına çıktık. Bir yanımız Harbiye Şelaleleri, diğer yanımız Hatay’ın panoramik manzarasıydı. Arka planda başı arşa değercesine yükselen Amanos dağları adet kartal edasındaydı. Gözüm dağın zirvesine dalıp gitmişken, 60-65 yıl önceleri atalarımdan dinlediğim, köyümüzde uzun müddet yaşamış olan ve hatta Barnabas ile İncil yazdığını ve kendini Hz. İsa’nın havarisi ilan eden Aziz Pavlos’ hikâyesi zihnimde uyandı. Kısa da olsa bir miktar yazalım ki tarih kayıtlarında yerini alsın.

Deniz yolu ile Antalya’ya, oradan da Isparta Yalvaç üzerinden bizim yöremiz olan ve Roma döneminin büyük bir yerleşim yerlerinden Hatunsaray Liystra’ya gelen; aslen Tarsus’ta yetişmiş bir Yahudi haham olan Pavlos’tan bahsediyorum. Burada kendini din adamı olarak ilan eder. Menkıbeye göre dokunduğu hasta iyileşmektedir ve dönemin insanları, Pavlos’u insan kılığına girmiş tanrı kabul eder. Sözleriyle de tesirli olan Pavlos burada uzun süre eğleşirken, Hz. İsa’nın dinin yaymak üzere dere tepe aşıp buralara gelen elçileri kente varmadan dağlarda öldürtür. Burada birçok dost edinir ve o dostları ile bir gün hac görevini yapmak için Kudüs’e doru yola çıkar.

İnsan bu elbette uyumaya da ihtiyacı var… Onlar da akşamın olduğu yerde sırayla bir kişiyi nöbetçi bırakıp uykuya dalarlar. Anamos dağlarına vardıklarında nöbet sırası Pavlos’a gelmiş. Dostları liderlik yapığı için ona nöbetçi yapmak istemeseler de ısrarla nöbete talip olmuş. Gecenin bir nısfında Pavlos bir ulu ağaca yaslanıp çevreyi gözetlerden birden uykuya yenilir. O anda ağaç yarılıp Pavlos’u içine çekmeye başlar. Korku ile uyanıp ağaçtan uzaklaşma ister ama başaramaz. O sırada karşısında siyah sakallı bir genç belirir ve elini uzatır fakat “Seni bu durumdan kurtarayım mı, yoksa ölüme terk mi edeyim?” diye de sorar. Pavlos kurtuluşu elinde olan zatı merak edip “Sen kimsin?” diye sorduğunda, “Ben Hz. İsa’yım. Sen benden ve dinimden ne zarar gördün de elçileri öldürttün?” der. Vücudu gitgide ağacın içine gömülmekte Pavlos hatasını anlamıştır; “Beni buradan kurtar, söz veriyorum; bundan sora senin dininin hizmetçisi olacağım” der ve bu sözle birlikte rüyadan uyanır.

Sabah yol arkadaşlarına “Ben uyudum ve gördüğüm rüyadan ötürü bu yolculuktan vaz geçtim” diyerek Konya’ya dönüp Hıristiyanlık dinine dair bilgiler alır, yetişir. Vaazlar vermeye başladığında da Azize Thelka ile karşılaşır. Zamanla da “Ben İsa’yı rüyamda gördüm, o benimle konuştu. Ben de havariyim” iddiasında bulunur. Sonradan edindiği dine hizmet için Liystra’ya döner. Fakat halk değişim yaşayan Pavlos’u beğenmez. Zira önceden anlattıklarından çok farklı şeyler söylemektedir. Halk Pavlos’u taşlayarak kovalar. O da kaçarak benim köyüm olan Kilistra’ya gelir. Burada kaya mağaralardan mabet yapıp kendince Hıristiyanlığa hizmet eder.

Rivayete göre, hazin de bir sonu vardır Pavlos’un. MS 67’de elçi Yuhanna ile birlikte Kudüs’te dini faaliyetlerde bulundukları sırada, Roma’yı yakan Neron “Siz halkın kafasını karıştırıyorsunuz” diyerek ikisinin de başını kestirir.

Gezi notlarına devam edelim.

Türk Sanat Müziği eşliğinde yemeğimizi yedikten sonra iki gün konaklayacağımız Tarbuş otelde istirahate çekildik. Ertesi sabah saat 8’de yol arkadaşlarımızla kahvaltıda bir araya gelip ziyaretler için otelden ayrıldık. Rehberimiz Nail bey, Harbiye Şelalelerinin önünden geçerken ilginç bir efsaneyi anlattı:

“Harbiye’nin asıl adı Defne’dir. Anlatılanlara göre buralar o zamanlar Apollo’nun hükmündedir ve çok güzel olan Defne adındaki kız onun kendini taciz etmesinden

korkmaktadır. Defne tacizden kurtulmak için ‘Ey toprak, sana yalvarırım, beni koru’ diye dua eder. Apollo’nun da niyeti bellidir; toprak bu dua üzerine Defne kızı içine alır ve onu defne ağacı olarak gün yüzüne çıkarır. Harbiye Şelaleleri Defne’nin gözyaşları, defneyaprakları da Defne kızın kokusudur.”

Pek çok medeniyete merkez olan Hatay 1517’de Osmanlı idaresine girmiş.

Bir Akdeniz şehri olan Antakya’da iklim değişikliğinden nasiplenmiş ve ilk defa bu yıl mart ayında bile kar yağmış. Halkın yüzde 80’i seracılıkla geçindiği için de bu durumdan olumsuz etkilenmiş.

Hatay’da her bir semavi dine mensup insan yaşıyor. Farklı ırktan insanlar da var. Türklerin yanı sıra hem Arap hem de Kürtler bulunuyor. Kentin muhtelif mahallelerinde sunniler ve aleviler var. Hatay, tarihi derinliğiyle medeniyetler şehri, güncel yapısıyla da farklı kültürleri bağrında barındıran bir hoşgörü şehri adeta.

Bu bilgileri edinerek yol alıyor ve 9.30’da St. Pierre Mağara Kilisesini varıyoruz. Terasında Hatay ayaklarınızın lrına seriliyor. Buradan dünyanın en büyük ikinci müzesi olan Hatay Arkeoloji müzesine geçiyoruz. Önünde Arapça’da Mavra denilen büyük bir değirmen çarkı göze çarpıyor. Müze her yönden çok zengin, bilhassa gâh yere serilmiş, gâh duvara yerleştirilmiş rengârenk mozaikler dikkat çekiyor. Ayrıca hüyüklerden çıkarılmış binlerce eser burada sergileniyor. Çıkmak isteseniz de tarih sizi çağırıyor, salmıyor. Seyahate katılan eski milletvekilimiz Mimar Ahmet Alkan hocamızın “Sadece bu müzeyi gezmek bile bu gezi için yeterlidir” diyerek müzenin önemini ortaya koyuyordu.

Müze önünde çınar altına oturdum / Kendimi tarihin ötesine götürdüm / Dünyada ikinci, mozaikte zenginsin / Gezip görülmeye değer Hatay İlimiz.

Dikey dağlar Antakya ovasına bakar / Bu verimli topraklara kan ek can çıkar / Her ırktan insanlar vardır huzurlu yaşar / Güzelliğin sembolüsün Hatay ilimiz; dizeleri döküldü dilimden.

Hatay’ın sembolü sayılan Uzun Çarşı ve Habib-i Neccar Camiini gezmemiz için serbest zaman verildi ve herkes kendie bir yön tayin etti. Uzun Çarşı hakikaten kollara ayrılmış büyük bir bedesten… Her çeşit alışverişin yapılabildiği büyük bir çarşı… Ben fasılı kısa tutup erkenden, birçok yatırı da bünyesinde barındıran Habib-i Neccar Camiine geldim. Ezanla beraber öğleyi cemaatle kıldıktan sonra şu dörtlük döküldü dilimden;

Habibi Neccar Camiinde öğleyi kıldık / Bu güzel mabette huşuya daldık / Yatırlara, banisine dualar ettik / Gezmelere doyulmayan Hatay İlimiz.

Rehberimize ilin nüfusunu sordum; 1 milyon beş yüz altmış bin, dedi. Saat 13.30’da bu güzel mekândan ayrılıp 14.00 sularında Kasap’a geldik. Yok yok yanlış anlamayın! Burada pişirip servis hizmeti de veren lokantalar kasap diye anılırmış. Mekâna girince garsona tesisin adını sordum; Tugay Kasabı, dedi. Yeşillikli Garnitürün bol, hizmetin üst düzey olduğu tesiste ikram edilen Acılı Tepsi Kebabı çok lezizdi doğrusu.

Şimdi istikametimiz Osmanlılar devrinde Altın madeni olarak çalıştırılmış, adını da bura özelliğinden alan Altınözü ilçesi idi. Yol uzun sürmedi, kısa zamanda ilçeye ulaştık. Tam da o günlerde kitap fuarı ve yazar söyleşileri varmış. Belediye Başkan Rıfat Sarı ile makamında buluşup söyleştik. Bu arada ben Rıfat Başkana Akrostiş bir doğaçlama yazıverdim. Fotoğraf çekimi sonrası Başkanımız Ahmet Köseoğlu bu meziyetimi bildiği için, şiir okumama yol verircesine “İsmail Abi bir şey diyecek mi acaba?” diye sordu. Okuyuverdim;

Ruhunda hizmet aşkı, kültür sevgisi,

Işık aydınlığı yapan bir hizmet eri,

Farklı projelere layık onun ilçesi,

Altınözü’ne ikinci kere seçilen başkan.

Tuttuğunu koparan inatçı azmi var,

Size daha nice nice hizmetler sunar,

Adına yazdığım bir akrostişim var,

Riyasız yalansız güler yüzü var.

Israr ederek bu insanı tekrar seçiniz,

Altınlı topraklardan geliyor isminiz,

Güzelliklere lâyık sizin altın ilçeniz,

Sizler de ona işlerinde yardım ediniz.

Başkan o anda yazılan bu sözlerden memnun olduğunu belirtip; kitap fuarına gelen diğer misafirlerini uğurlamak için kısa süreliğine bizden ayrıldı. Biz de vadi üzerine kurulmuş asma köprüden geçerek kitap fuarını, cam terası ve ters evi gezdik. Heyetimize refakat eden başkan yardımcısı Leyla Ayvazoğlu hanımdan ve diğer ilgililerden de ilçe hakkında bilgiler aldık. Mesela Altınözü’nde 7 milyon zeytin ağacı bulunduğu, çok meşhur ufak taneli hal halı zeytinin burada bulunduğu, meşhur zahter kekik baharatının da bu ilçeye has bir lezzet olduğu öğrendik.

Sırada Hıristiyan köyünde eski usulle zeytinyağı elde edilen ve günümüzde zeytin müzesine çevrilen eski bir fabrika ziyareti var. Tokaçlı Zeytin Müzesi çok eski tarihlere dayanıyor. Hatay genelinde 17 milyon zeytin ağacı var ve bunun 7 milyonu Alınözün’de. Meğer ülkemizde de 130 milyon zeytin ağacı varmış, burada öğrendik. Bu köydeki insanlar Hıristiyan ve Ortodoks. Ayrıca kaatolik olan bir Hıristiyan köyü daha varmış. Başka dinlere mensup insanlar da varmış burada.

Vakti akşama yaklaşırken Altınözü Zeytin Cafe’de yemekler yendi, çaylar içilirken sohbetler demlendi. Rıfat başkan “Altınözü ilçemizin merkezde 10 bin, köyleri ile altmış bir nüfusu var” dedi. Başkandan 19.30 da müsaade alıp Harbiye’ye doğru yola revan olduk.

Pazar sabahı Tarbuş otelinde kahvaltıdayken Yayladağ belediye başkanı yardımcısı ile iki personeli bize dâhil oldu. Hem ev sahipliği hem de kılavuzluk edeceklerdi. Saat 8.30’da bilmediğimiz güzelliklere doğru yola çıktık. Kılavuzumuz Asi nehrini işaret ederek “Belen dağlarından gelip Samandağ’dan denize dökülen nehrin uzunluğu 570 km’dir” dedi. Amanos ve Kel dağlarının kuşattığı Samandağ’da ahalinin yüzde 95’inin Arap asıllı olduğunu, ayrıca farklı ırktan ve dinden insanların bir arada huzurla yaşadığını öğrendik.

Hıdırbey Türbesine doğru giderken Vakıflı Ermeni köyünden geçtik. Burada 150 kadar Ermeni nüfus yaşamaktaymış. Ermeni Kilisesinde o gün ayin olduğu için ziyaret edemedik.

Gezdiğimiz yerlerde Akdeniz iklimi yeşil doku ve maki bitkileri güzelliği insanı büyülüyordu.

Musa ağacı ve Abı Hayat Çeşmesi

Bir vadiye dikey iniş yaparken park eden otobüsümüzden büyüleyici manzrayı temaşa ettik. 3000 bin yıllık olduğu söylenen o muhteşem çınar ağacını ve yanındaki üç taş oluktan şarlayan Abı Hayat suyunu içip hikâyesini dinledik. Efsaneye göre, Musa AS. İle Hızır AS. deniz kenarında buluştuktan sonra dağa doğru yürümüşler. Buraya geldiklerinde bakmışlar ki bir su var. Musa AS. “Hızır kardeşim ben şuraya Asamı dikeyim, şu sudan içeyim, bu abı hayat olsun” der. Suyu içip doğrulunca bakmıi ki Asası yeşerip ağaç, su ise Abı hayat olmuş. Hızır AS. ise bu arada ortadan kaybolmuş.

Bir müddet burada eğleşip Musa Ağacının altında dinendik. Satılan organik meyvelerden; erik, kayısı, portakal, domatesler aldık. Hava gâh bulutlu gâh güneşli, şimdi de hafif çisenti var. Obüse binip Beşikli mağarasına doğru yol aldık. Saat 10.30’da Akdeniz sahiline kavuştuk. Gidiş dönüş mesafesi 5 km. olan dik bir yamaca arkadaşlar ağrı adımlarla yürüdüğünde ben çekimser kalıp gitmeme eğilimine girdim. Fakat sonradan merakım yükseldi ve hızlı adımlarla gruba dâhil oldum.

Yol insanı yormadığı gibi adeta iştah veriyor. Yol boyunca yenen y ada yenmeyen kokulu meyveler, Harnuplar, erikler, kayısılar, zeytinler çiçek açmış, çağlaya dönmüş narlar ve daha nice kokulu defneler, limonları teneffüs ederek zevkle Roma Köprüsünü görüp Beşikli mağarasına ulaştık. Yürüdüğümüz patika yolun altındaki, kanyon da diyebileceğimiz açık tünel asırlar önce köleler tarafından sert kayalar oyularak yapılmış. Bazı yerlerinde yükseklik 10 metreyi geçiyor olmalıydı. İçinde yürüdüğümüz kanyon insanı ürpertiyordu. Saat 12.00 gibi gezinin bu faslını da tamamladık.

Çevlik sahilinde deniz havasını soluyup öğle yemeği için Truva Restorana geçtik. Zamanla yarış halindeydik adeta. İlk durağımız Hızır Aleyhiselâm’ın makamı kabul edilen türbe idi. Bizim bildiğimiz, Hz. Hızır ölümsüzdü ama burada yapılan herhalde temsili bir türbe idi.

Antakya’dan bize katılan rehberimiz ve Yayladağ Beledşye Başkan yardımcımızla vedalaşıp ayrıldık. Yol üzerinde meşhur Hatay küfesinin imalat yeri olan Dalgaç Künefe’den hediyelik alışverişlerimizi yaptık. Seyahatimizin bu kısmı rüzgarlı bir havada geçiyordu. Bir şiddetli esinti anında, sağ yan cam yerinden çıkıverdi. Neyse ki Saffet Yurtsever çevik bir insandı ve camı aşağı düşmeden yerinde tutarak kafileyi zor bir durma düşmekten kurtardı. Önce koli bantı ile sıkı sıkıya yapıştırılan cam, İskenderun’da usulüne göre tamir edildi.

İskenderun önceydi ama bizim önce Payas Belediye Başkanı Bekir Altan ile randevumuz vardı. Bizi bir Mimar Sinan Eseri olan Sokollu Mehmet Paşa Külliyesinde karşıladı. Sıcak, samimi bir insandı. Külliye içindeki 2. Selim (Sarı Selim) Camiinde ikindi namazlarını kılıp külliyeyi gezerek bilgi aldık. 1575 yılında yapılan külliye içindeki caminin önünde, yaşlılığı belindeki büklümlerden belli olan ihtiyar zeytin ağacı adeta “Ben tarihin şahidiyim” diyordu. Bu yaşında dahi 300 kilo meyve vermeye devam eden dünyanın en yaşlı zeytin ağacı ilçenin sembollerinden biri olmuş.

Payas Belediye başkanı, güzel insan bu külliyeye çok önem verdiğini, arasta çarşısını ve diğer bölümleri gezerken burayı ayağa kaldırmak için 12 sene emek verdiğini, belde iken başladığı girişimlerle restore ettirmeyi başardığını anlattı. Büyük bir ticaret yolu üzerinde olan bu külliyede 1800’lü yıllarda günlük 3 bin kişiye yemek veriliyormuş. Zaman zaman komutanlara makamlık yapan Külliye’nin Kıbrıs’ın fethinde de çok önemli bir rolü olduğunu Başkan Bekir Altan anlattı.

Ben yine duramayıp doğaçlama bir akrostiş güzelleme yazıverdim. Ayrılık sırasında da okudum;

Bu ilçeye yıllardır hizmet veriyor,

Elinin emeği ile gönüllere giriyor,

Kervansarayları restore ettiriyor,

İşte halkı tarafından sevilen başkan.

Ruhlara hizmeti nakşetmiş bu güzel insan.

Almış ilçe insanının sevgi bağını,

Lisanı tatlı olunca yaşar çağını,

Türkler böyle kurar sevgi bağını,

Allahım yolunu açık etsin sevgili başkan.

Nice hizmetler üretmeni dileriz Hak’tan.

Payas güzel fakat İskenderun bizi bekliyordu. Saat 18.00 gibi vedalaşıp ayrıldık. Deniz Müzesini de ziyaret etmek istiyorduk fakat saat 18.30’u da geçmiş ve kapılar kapanmıştı. Sahil boyunca yürüyerek İskenderun Belediyesine ait Doğan Restoran’a geçtik. Belediye Başkanı Fatih Tosyalı’nın katıldığı akşam yemeğini ışıltılı deniz manzarası süslüyordu. Kaptanımız da bu arada sanayiye geçip otobüsün camını gerektiği şeklide onartıp geldi. Şimdi dönüş yolculuğuna hazırdık. Son durağımızda bizi İskenderun Belediye Başkanı Tosyalı samimi duygularla uğurladı.

Yazarların tarih ve kültür şehirlerini tanıyıp yazı konuları üretmelerine yönelik bu tür organizasyonlara büyük ehemmiyet veren TYB Konya Şubesi Başkanımız Ahmet Köseoğlu’na ve Hatay organizasyonunu kusursuz şekilde yöneten Mustafa Güden’e ve seyahate katılan bütün TYB’li dostlarıma teşekkür, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.