Eskilere ait bir sözdü ve çok önemli idi. Konya’nın dağ köylerinde dil de zengindi kültür de… Bu güzel sözün hikâyesine değineceğim, ancak geçmişle günümüz arasındaki çalışma şekilleri hakkında bazı anekdotlar hatırlatacağım.

Tarım aletlerindeki yeni ve baş döndürücü teknik gelişmeler hem insanların yükünü hafifletip yerini mekanik araçlara bıraktı hem de hayvanların çektiği o zorlu ve ölümcül işlere son verdi. Tabi bunun yanında insanların da hayvan hakları konusunda Allah nazarındaki suçlarını yok etti hamdolsun. Çok çalışmanın ağırlığına ne hayvanlar güç yetirebilirdi ne de insanlar…İnsanoğlu hayvanlara çok yük yükler, çok çift sürer ve hayvandan gücü üzerinde yararlanmak isterdi, buna bir yerde de mecburdu.

Günlerce tarlaya nadas etmeye gider, nadası çabuk bitirmek için öküzleri çok çalıştırırdı. At katır ve merkeple dağa odun kesmeye gider, hayvanın taşıma kapasitesi 70-80 kilo yük ise 100-120 kilo kadar yük vurur, hayvana eziyet eder, hayvan hakkına girerdi. Yaz gününde aylarca harmanda düğen sürer, öküzlere eziyet eder, duramadan dönen öküzlerin tırnaklarını “sap” yerdi. Ayaklarında nal yoksa “dabak” olur, öküz yürüyemez hale gelir ama iş ağır hala o hayvandan iş beklerdi sahibi. Tarlada yetişen ürünleri merkeple eve veya harmana taşır, gidiş dönüş çabuk yetişmek için hayvanları dayakla kovalar, hayvanın hakkına girerdi.

Bunlar daha çok uzar gider. Tarımda, endüstride ve teknolojide yenilikler yapanlardan Allah razı olsun desem yeridir.

Tarlaların verimlerine gelince yine günümüzde teknoloji devreye giriyor. Toprağın analizi yapılarak hangi vitamine ihtiyacı varsa o belirlenip toprağın faydalanması sağlanıyor. Tarım aletleriyle sokulu, saclı toprağın adeta karnı deşilircesine derince sürülerek verimli bir nadas ve ekim yapılıyor. Oysa eskiden insanlar öküz ve atlar ile karasaban ile tarlayı sürecek azami toprağın 10 cm derinliğe iner ekinin verimi de ona göre olurdu. Böyle günümüzdeki gibi gübre de yoktu. Dağlarda otlayan o büyük sürüleri gece ücret karşılığı gücü yetenler tarlasına yatak yatırır, tarlasını davar gübresi ile güçlendirir verimini yükseltmeye çalışırdı. Yahut dağlarımızda, yaylalarımızda olan davar ve sığır ağıllarının gübrelerini satın alır, tarlasına, çayırına, günlerce çuvallara doldurup hayvanlara sarıp götürür döker, verimini artırmaya çabalardı. Ya iç yerleri olarak tabir edilen sulak tarlalara evde kıştan mallarının gübrelerini bir yerde biriktirerek yine hayvanlara yükleyip o sebze ve bostan ekeceği tarlaları da o organik gübre ile besler yetiştirdiği ürünlerde organik olur her ürün sofraya gelince mis gibi kokardı.

Gelelim atalarımızın dilinde güzelleşen ve bize miras kalan o güzel sözlere…

“Koça boynuz yük değil.” Koça lazım olan boynuzu nasıl yük değilse yeni yetişen genç kızlara da saçı yük olmazdı.

“Kızın saçlısı.”Bir kızı beğenen ana, oğluna överken “Ah guzum kızı bir görecen, saçları taaa belinde” ya da “Saçları taa topuklarında. Altın saçlı gözel bir kız. Uzun saçlı kız evine beyine ve yavrularına özenle sahip çıkar gel şu kızı alalım” derlerdi. İşte kızın saçlısı buydu. Ancak ne var ki şimdi kızlar erkeklere özenircesine kısa saç kısa pantolon ve ceketi tercih ediyor bazen erkek mi kadın mı bilemiyoruz.

Tarlanın taşlısı.” Şimdi yine tarımın teknolojisi, makinenin marifeti ile tarladaki taşlar toplayıp bir kenara çıkarıveriliyor. Oysa eskiden taşlı tarla bilhassa kurak yıllarda çok kıymetli idi. Çünkü yıl yağışsız geçerse taşlı tarlalarda ya da rüzgârı çok olan gedik denilen yerlerdeki tarlaların verimi ile harmanı zengin olurdu çiftçinin. Çünkü taşlı tarla ekinin dibini serin tutar başağı doldururdu. Köyün büyükleri şöyle derlerdi, “7 yıl kuraklık oldu da aç kalmadık, poyraz ekmeği yedik.” Yani gediklerde tarlalara esen poyraz yeli de başakları doldurmaya yararmış.

“Öküzün inek başlısı.” Bu bahsi geçen öküzün başı küçük olur, ama çok iyi çift sürer inatçı olur yorulmak bilmez sahibine itaatkâr olurdu. Onun için makbul bir hayvandı, dağ köylüleri için. Şimdi ne var ki…Verim bol, makineleşme çok ileri insan gücünden fazla makine gücü ile işler yapılıyor, bol da verim alınıyor, ama ne var ki nimete saygı yok…Evlerde bereket yok…Çünkü insanlarda kanaat yok…

Şimdiki gençler, bundan 60-70 sene önceleri yaşasalardı bu günlere çokça şükreder, nimetlerin kıymetini daha çok idrak ederlerdi. Biz eski zaman insanları o zor yılları yaşadık, ayağımızda ayakkabı yoktu, çarık giyerdik. Sırtta ceket yok, bacakta don (pantolon) yok, ahım şahım bolca yiyecek, meyve sebze yok. Bizler salatalık domatesi, kavun karpuzu ancak Ağustos ayından sonra tadardık. Eylül Ekim’de son olurdu.Domatesleri bostan bozumunda kökenleri ile yolar evlere taşır, evlerin karanlık izbelerinde kirişlere asardık. Kışa kadar orada eren domateslerden samanların üzerine yazdan getirip döşediğimiz kavun karpuzlardan da azami faydalanırdık. Ayrıca kışın çocukların eğlencelik yiyeceklerini de güzün dağlardaki alıçlardan toplar evde saman arasında muhafaza eder C vitamini ihtiyacımızı onunla giderirdik.

Dahası, dağlarımızda bol olan meşe ağaçlarının meyvesi olan pelitleri toplayıp eve getirir onları toprağa gömerdik. Kışın topraktan çıkarır, odun sobasın üzerinde ve ya kuzinede kestane gibi kızartır lezzetli bir şekilde yerdik. Hatta pişen pelitleri anacığımız ufak ufak bıçakla doğrar peynirle karıştırıp Bazlama ekmeğe sıkma yapar iştahla yerdik. Hele yanında turşu ve ya kayısı hoşafı olursa tadından yenmezdi. Öyle günümüzdeki gibi köylerde mevsimsiz olmazdı, şehir pazarlarında bile domates ve salatalık bulmak mucize olurdu. Onlar ancak masallarda anlatılırdı. “Zemheride salatalık tomat istemiş zalim adam” diye. Yeniyle kalın eskiyi unutmayın. Şükredin şu güne…