Dijital dünyanın birçok uygulaması başlangıçta “iletişim kurma” amacıyla ortaya çıktı. Ancak geldiğimiz noktada bu alan, bireylerin vitrinine dönüşmüş durumda. Gülümsediğimiz yüzler, lekesiz ciltler, kusursuz evler, özenle hazırlanmış sofralar, mükemmel hayatlar… Herkes mutlu. Kimsenin hayatında hüzün, yalnızlık, kaygı, acı yok gibi. En azından görünürde.
Filtreli yüzlerin ardına gizlediğimiz duygularla bir maske oluşturuyoruz. Sanki sürekli iyi hissetmek zorundaymışız gibi davranıyor; her şeyden olumlu bir çıkarım yapmaya çalışıyoruz. Oysa bu bastırılmışlık hali, zamanla insanın kendi duygularıyla olan bağını zayıflatıyor. Sosyal medyada karşılaştığımız sözde “ilham verici” cümleler, çoğu zaman farkındalık yaratmaktan çok, bizi kalıplara hapsediyor.
Sosyal medyada gördüğümüz hayatlar, çoğu zaman sadece evin dışarıdan görünen kısmı gibi. Perdeler kapalı. O dış görüntü mis gibi kokan, ütülü, her daim düzenli bir ev imajı sunuyor. Peki ya içerisi? Kaçımız evimizin dağınık halini paylaşırız? Ya da ağladığımız, üzgün olduğumuz, yüzümüzün asık olduğu anları? “Bugün çok sinirliyim” etiketiyle paylaşım yapanların sayısı bir hayli az. Çünkü gerçek duygular, bu platformda fazla yer bulamıyor.
Geçenlerde bir fotoğraf paylaştım; çalışma arasında arkadaşlarımın yanına uğramıştım. Fotoğraf çok güzel çıkmıştı. Ama kimse, o kareden sadece 15–20 dakika önce fiziksel olarak kötü hissettiğimi bilemezdi. İşte sosyal medya tam da böyle: Baş ağrımız, kırgınlığımız, içsel sıkışmışlığımız görünmez. O kareye yüklediğimiz anlam ise, çoğu zaman gerçeklikten çok uzaktır.
Mutlu görünme arzusu, zamanla gerçek duygularla temasımızı zayıflatıyor. Maskeli yüzümüz, iç dünyamızı gölgelemeye başlıyor. Ait olmadığımız bir sığlıkta yüzüp duruyoruz. Başkalarının “mış gibi” mutluluğuna maruz kalıyor, kendi ilişkilerimizi, hayatımızı sorgulamaya başlıyoruz. “Daha fazlasını yapmalıyım, daha iyisi mümkün” baskısıyla kısır bir döngünün içine giriyoruz.
Sosyal medya âdeta bir tiyatro sahnesi. Herkes çok âşık, çok huzurlu, çok üretken, çok çalışkan… Herkes “çok”; kimse “az” değil. Görüntüler sosyal, hareketli, başarılı hayatlara ait. Markalı kıyafetler, pahalı eşyalar… Bunlar sadece tüketim değil, aynı zamanda bir kimlik sunumu haline geliyor. Belki de kendini tanımaktan çekinen, eksik yönlerini kabul etmekte zorlanan bireyler için mükemmel bir kaçış alanı sosyal medya. Olmak istediğimiz versiyonu sunuyoruz; özümüzü değil.
Kendini kabul etmekte zorlanan bir insan, sosyal medyayı bir kaçınma alanı olarak da kullanabiliyor. Hepimiz zaman zaman bunu yapıyoruz. Fakat küçük bir farkındalık bile bu maskeli dünyanın perde arkasını görmemize yardımcı olabilir.
Bu yazıda dikkat çekmek istediğim asıl konu şu: Sosyal medyada gördüğümüz her kareye anlam yüklemek zorunda değiliz. Elbette birçok insan buradan işini büyütüyor, tanınırlık kazanıyor, geçimini sağlıyor. Ancak uygulamayı kapattığınızda, içinizde kalan duyguyu fark etmek önemli. Nereden ve nasıl etkilendiniz? Sosyal medya size ne hissettirdi?
Ben her zaman mutlu değilim. Yüzümde çizgiler var. İşimi seviyorum ama bu hiç yorulmadığım anlamına gelmiyor. Bazen düşüyorum ve öylece kalıyorum. Hemen kalkacak gücü bulamadığım zamanlar oluyor. Dinleniyorum. Hayal kırıklıklarım var. Bazen cebime koymam gereken deneyimleri sırtlayıp yürümeye çalışıyorum. Sizde olmuyor mu?
İnsanım. Oluyor. İnsansanız oluyor, azizim.
Ve hepsi hayata dâhil. Hepsi, hayatın bir başka rengi.
Bu hafta; kendimizi, ilişkilerimizi ve hayatlarımızı başkalarıyla kıyaslamadığımız, özümüzle temasta kaldığımız bir hafta diliyorum . Çünkü gerçek, filtresizken güzel.