Anlaşmanın, düşünmenin ve düşüncenin ifade edilebilmesinin ilk şartı; zihnimizde yer verdiğimiz anlamın, belli semboller veya sesler aracılığıyla, bu sembol ve seslere aynı anlamı veren yekdiğerine aktarılmasıdır. Sembol ve belli sesler, iletişimin ilk şartı denebilir. Ancak iletişim kurmak, düşünmek ve düşüncenin aktarımı; yalnızca temel ihtiyaçlarımızı karşılamamız için kullandığımız bir yöntem değildir. İnsanoğlunun, medeniyetler tarihi bağlamında ortak bir dil ile anlaşabilme gayreti ve kümülatif olarak ortak bir dil inşa süreci takip edildiğinde meselenin ne kadar önemli olduğu görülmektedir.

Dil meselesinin ulus ve etnisite meselesinden daha önce geldiği ve dolayısıyla esasında toplum olmanın ve ortak değerler inşasının ya da medeniyet söylemlerinin temelinin dil meselesi olduğu söylenebilir. Üstelik dil, yalnızca iletişim kurmanın bir aracı değildir. İnsan tek başınayken düşünebilmesi, hayal kurabilmesi için de dile ihtiyaç duymaktadır. Dil bir topluluğun ortak değerler çerçevesinde toplum olması için temel bir değerken, bireyin de bütün varlığının soyutlaştırılmış bir anlam durumu bağlamında temelidir.

Medeniyet, kültür, kültürel iktidar, toplumsal muhayyile, ortak değerler gibi birçok kavramı tartışırken esasında bunların her birisinin öncülü olan dil meselesini atlamamız gerekmektedir. Ortak bir dilin inşası, modern anlamda ulustan önce gelmektedir.

Kim olduğumuz, nerede durduğumuz ve neye inandığımız, nasıl inandığımız veya ne için mücadele ettiğimiz, neyin bizi sınırlandırdığı gibi toplumsal pozisyonlarımızın da belirlenmesi esasında yine dil ile gerçekleşmektedir.

Bugünlerde ‘’sol, sağ, muhafazakar, liberal’’ gibi kavramların toplumsal sınıflandırmalarda çokça tartışıldığını düşünürken, buradaki çabanın gerçekliğinin farkına vardım. Esasında ‘’solcu kimdir, sağcı nerededir, muhafazakar neden muhafazakardır, liberal kime denir?’’ soruları ile Türkiye’de bu aidiyetlerin sakat bir düzlemde kimlik haline geldiğini düşünmekteyim. Literatürdeki karşılıkları ile toplumda sahipleniş biçimleri arasında büyük bir fark varken Türkiye’nin kendi tarihsel serüveninde de bu kavramlara ortak anlamlar yükleyecek bir süreci yaşamamış olmasına şaşırıyordum.

Türkiye’de kimlik meselenin derinlikli bir probleme dönüştüğü ve bu problemin toplumsal krizlerin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum. Burada kimliksel bunalımların ve çıkmazların ardına düşerken birkaç yıl önce okuduğum ve Çizgi’de dinlediğim Ekrem Saltık’ın Devrim Yarası kitabına tekrar rastladım. Kimlik bunalımlarının ve toplumsal sorunlarımızın farklı bir tanımlanmasıyla esasında konuştuğumuz bu alanlara önemli bir araştırma ve tez ortaya koyduğunu ifade etmeliyim.

Yasın beş aşaması çerçevesinde, Türkiye’nin bu yasın aşamalarını tamamlayamadan sürekli toplumsal bir travma yaşadığını ifade etmektedir. Dönemsel olarak bazen yas sürecinin tamamlanacağı gibi bir umut oluşsa da bu hesaplaşma ve kabullenmenin bir türlü gerçekleşemediği de hocanın iddia ettiği bir durumdur.

Toplumsal travma sürecinin bir bütünlüklü olarak ele alındığında esasında Harf İnkılabı ve Toplumsal Hafıza meselesinde temellendiğini görülmektedir. Toplumsal hafızanın aksaması ve kırılması, harf inkılabı ile gerçekleşmiş bu da toplumsal travma sürecinin temeli olmuştur.

Bu bakış açısıyla birlikte Türkiye’de konuştuğumuz bütün meselelerin ve gelecek inşa gayretlerinin somuta dönüşmesi için kimlik bunalımlarının ve toplumsal travma süreçlerinin çözülmesi gerekmektedir. Bunlar için de ortak bir dil inşası ve ortak ifade biçimlerinin, anlam değer dünyasının kurgulanması gerekmektedir.

Sonra ‘’sol, sağ, muhafazakar, liberal’’ ve sonra ‘’medeniyet, toplumsal muhayyile’’ gibi meseleler daha gerçekçi bir zemine oturabilecektir.