Kültür endüstrileri, Frankfurt Okulu’nun Neo- Marksist kuramcılarından Theodor Adorno’nun 1947 yılında kavramsallaştırmasıyla kullanılmaya başlanmıştır. Marksist yaklaşımın; sınıf, alt yapı, üst yapı gibi kavramlarının dışında sömürünün kültürel alandaki yansımalarını ifade eden Adorno, esasında kültür endüstrileri kavramsallaştırmasıyla yeni bir eleştiri getirmektedir. Endüstriyel kapitalizmde; sanat ve kültür, bir meta haline gelir ve öznelliğini kaybederek tek tipleşir. Adorno’ya göre bir zamanlar özerk ve özgün olan sanat kültürü (müzik, edebiyat, tiyatro, dizi), kapitalist egemenliğin dinamiklerine kültür endüstrisi olarak entegre edilmiştir. Kültürün ve sanatın bir meta haline gelmesiyle birlikte artık sürekli ve yeniden üretimin sağlandığı; kültür endüstrilerinin, ideolojinin bir tahakkümü olarak kullanıldığı da düşünülmektedir.

Günlük hayatımızda artık bir ürünün estetik, kullanışlı ya da sanatsal bir hassasiyeti olmadan; yalnızca bize onun dizi, sosyal medya gibi araçlarla pompalanmasından ve o sınıfa ait olma gayretinden alındığını söyleyebiliriz. Bir şarkının, bir romanın, bir dizinin milyonlarca kez tüketilmesi; artık estetik kaygı değil, onun doğru algoritmalarla ya da doğru ünlüler tarafından kitleye ulaştırılmasıyla gerçekleşmektedir. Bütün bir dünyaya Dubai Çikolatasını yediren şey tam olarak budur. Ya da anlamsız bir söz öbeğini herkese tekrarlattıran irade de buradadır. Üstelik bu kültür endüstrilerinin hâkimi olmak; toplumsal ve siyasal hareketlerde de söz sahibi olma gücünü size vermektedir. Ancak endüstrinin küreselleşmesi gibi kültür endüstrilerinin de küresel bir hakimiyetinden bahsedilmektedir. Kültür endüstrilerinin hakimleri küresel anlamda bunun üretimini yapmaktadırlar. Yerelde de bu küresel hakimiyet sahiplerinin, çizdiği ve ürettiği dinamiklere sadık olanlar bu alanda söz sahibi olabilmektedir.

Türkiye’de kültür endüstrilerinin sahipleri, ellerinde bulundurdukları sanatçıları ya da Adorno’ya göre metaları; cinsiyetsizlik, ahlaki değerler ve tüketim alışkanlıklarının yönetilmesi için kullanmaktadırlar. Üstelik bunun yanında kaşımak istedikleri toplumsal alanlarda bunu yaparak domine etme gayreti ve girişimlerinde de bulunabilmektedirler.

Kültür endüstrilerinde, ID Ajans ismiyle bilinen bir ajansın tekelleşmesi ve bu ajansın dizi, sinema başta olmak üzere müzik sektörü gibi birçok alanda kurduğu ilişkilerin arka planını da bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir.

Almanya’da geç modernleşme süreciyle birlikte ortaya çıkan “Kültür Savaşları’’ kavramsallaştırması, Türkiye’de tekrardan üzerine çalışılması gereken bir meseledir. Kültürel alanda ve yaşam pratiklerinde kimin nerede konumlandığı belirsizleşirken, politik olan kadar poetik yani siyasal alan kadar kültürel alanın öneminin de farkında olunduğunu söyleyebilirim. Çünkü kültürel alan, siyasal alanı etkilemekte ve dönüştürmektedir. Bu açıdan Kültürel İktidar ya da Kültürel Hegemonya olarak ifade edilen kültür alanında hâkim olma gayreti henüz bir sonuç vermiş değildir. Kültür alanında iktidar olunamayacağını burada rızaya dayalı bir tahakküm kurulabileceğini söyleyen yine Neo- Marksist Gramsci’nin “Hegemonya” kavramı önemlidir. Rızaya dayalı bir gücü ifaden Gramsci, iktidar ve sınıf meselesine yeni bir eleştiri getirmiştir.

Kültürel Hegemonyanın, siyasal iktidar kadar kıymetli olduğu ortadadır. Türkiye bağlamında ise kültürel hegemonyanın solun elinde bulunduğu tespitinin doğru olmadığını düşünen taraftayım. Antropolojik kültür diye ifade edilen, içerisine doğduğun kültürün hâkimi daha belirgin biçimde sağ taraftır. Diğer tarafta kültür endüstrilerin elinde bulunduran (dizi, roman vs.) ve hâkim olanlar ise zaten küresel hassasiyet ve dinamiklerin peşinde konumlananlardır.

Türkiye’de kültür endüstrileri, kültür savaşları ve kültürel hegemonya; çekirdek gibi politika üreticilerimizin ağzında çitlenmektedir. Oturduğumuz yerde duyduğumuz kavramın güzelliğine kapılıp, ithal ettiğimiz her kavram, politika üretiminde bizi kültür endüstrilerinin birer metası haline getirmektedir. Ayşe Barım olayından tutun da edebiyat camiasının köşe başı abilerine kadar uzanan bu alanda yürütülen süreçlerin, günlük politik yaklaşımların sığlığından uzaklaşılmalıdır.