II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın çöküşü, ABD’nin liderlerinin kafasında ‘’Avrupa’nın istikrarı Amerika güvenliği için hayati bir öneme sahip mi?’’ sorusunu sordurmuştu. Amerika’nın dünya savaşlarına müdahale biçimleri ve zamanlamaları aslında bu sorunun cevabını gösterir nitelikteydi. Bu cevap her ne kadar ABD kendi istikrarı için Avrupa’nın güvenliğini hayati bir pozisyonda görüyor şeklinde olsa da her bir savaşın sonunda kendisini Avrupa’dan ayırmayı başarmıştı. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan tablo ABD’nin ilk defa Batı Avrupa ile devam eden çok yönlü bir ilişki kurmaya mecbur bırakmıştır. Çünkü savaş sonrasında inisiyatif alabilecek kaynaklara sahip tek ülke Amerika’ydı.
Batı Avrupa’nın güvenliği, Sovyetler ve ABD arasında tampon bölge görevi ve özellikle sosyal, kültürel ve dini bağların derinliği çerçevelerinden değerlendirildiğinde Amerika için büyük önem taşımaktaydı. Üstelik yalnızca güvenliği değil siyasal, sosyal ve ekonomik bir kalkınmanın da sağlanması için bir görev üstlenilmişti. Kargaşanın içerisinde olan Avrupa yönetimleri kendilerini ABD’ye bağımlı olmaya mecbur hissediyorlardı. Dönemin Dış İşleri Bakanı George Marshall, Avrupalı devletlerin ortak ihtiyaç ve birlikte kalkınmaları için bir plan tasarlamaları çağrısında bulundu. Bu plan çerçevesinde Amerika’da Marshall Planı olarak bilinen ‘’Avrupa Kalkınma Programını’’ başlattı.
Avrupa’ya yapılan yardımları devletlerarası işbirliğine bağlayan Amerika, aslında açık bir biçimde bir modeli zorunlu kılıyordu. İşte AB’nin köklerinin atıldığı 1948 Ekonomik İşbirliği Yasası, Amerika’nın eyalet sisteminden de esinlenerek bütünleşmiş bir Avrupa piyasasını oluşturmayı hedefliyordu.
Ekonomik ve sosyal yardımların Avrupa’nın hayatiliği açısından yeterli olmadığı ortaydı. Bu açıdan Amerika’nın güvenlik şemsiyesinin de Avrupa açısından büyük bir ihtiyaç olduğu düşünülüyordu. Avrupalılar 1947’de Fransa ve İngiltere arasında, 1948’de İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında imzaladıkları ortak güvenlik anlaşmaları ile Amerika’yı harekete geçirmeyi hedefliyorlardı. Bu hedefleri gerçekleşti ve 1949 yılı Nisan ayında NATO kuruldu.
İşte bugünlerde Avrupa Birliği ve ABD arasında gerçekleşen gerilimli siyasetin tarihsel arka planını da gözler önüne alarak bir değerlendirme yapılması gerekmektedir. Öyle ki bu tarihsel arka plana bakıldığında Avrupa’nın güvenlik tehditleri ve siyasi, sosyal ve ekonomik bağlamda ABD’ye olan bağımlılığını görebilmekteyiz.
Ancak Avrupa, 1980’lere gelindiğinde ve Sovyet tehdidi ortadan kalkmaya başladığında bağımsız bir dış politika izlemek istediklerini dillendirmeye başlamışlardı. Özellikle o yıllarda Amerika’nın Avrupa’ya orta menzilli füzeler yerleştirme planına Avrupa’dan gelen tepkiler ciddi çatlaklar oluşturmuştu. O dönemde Fransa’dan gelen açıklamalara basın ‘’NATO evliliği, boşanmaya yaklaştı’’ şeklinde karşılık yer vermişti.
Bugün ise Trump’ın Amerika’sı artık Avrupa’nın güvenliği için harcanan paradan rahatsızlığını dile getirmektedir. Ayrıca Trump, birleşik bir Avrupa’da muhatap krizi yaşadığını da ifade etmektedir. Bütün ülkelerle ayrı ayrı ve muhataplık seviyesinde bir lider ile politika üretmenin gerekliliğinden bahsetmektedir. Avrupa ise aşırı sağın güçlenmesiyle, politik üretim araçlarını değiştirmekte ve güvenlikçi politikalara dönüşü talep etmektedir.
Küresel siyasetin dinamiklerinin birçok açıdan değiştiği ve artık bu dinamiklerin alışılagelmişin dışına çıktığı gözükmektedir. Bu noktada bölgesel değişimlerinde beraberinde gelmesi tesadüfi olmayacaktır.
Türkiye burada hem Avrupa güvenlik mimarisi hem bölgesel istikrarın sağlanması hem de yeni küresel siyasetin dinamiklerinde önemli bir yerde kendisini konumlamaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği serüveni çok uzun yıllara dayansa da sürecin ilk hızlandığı yıllar yine Avrupa’nın güvenlik kaygılarının artmasıyla ilintilidir. Güçlü bir ordu ile yakın bir komşuya sahip olmak isteyen Avrupa, NATO müttefiki Türkiye ile güvenlik meselesinde rahatlama hissetmek için üyelik sürecini bitmeyen ama asla gerçekleşmeyen bir seviyeye yerleştirmiştir.
Gelinen nokta da ise Türkiye, Avrupa ile olan 2018’de ‘’derin dondurucuya’’ konulan süreci en azından buzdolabına indirmiştir. Burada Türkiye güçlü bölgesel aktör iradesiyle Avrupa güvenlik mimarisinde şemsiye olabilir. Ancak unutmamak gerekir ki bu durum tek taraflı bir tavize dönüşmemelidir ve Avrupa’nın kendi içerisindeki aşırılıkları çözmesi beklenmelidir.
Son olarak Türkiye AB ilişkilerini Prof. Dr. Şaban Çalış’ın ifadeleriyle özetlemek mümkün olacaktır.
‘’Leyla ile Mecnun arasındaki ilişki, platonik bir aşk hikayesi olarak nitelendirilir. Hikayede aşkı platonik yapan Leyla olarak bilinir ama Mecnun’dur aslında Leyla’yı yaratan, içinde besleyen ve büyüten. Leyla en sonunda ‘’Tamam’’ deyince de hikaye orada biter zaten. Mecnun’un aradığı ‘’Leyla’’, bu Leyla değildir artık. Kırk yılı aşkın süredir Türkiye- AB ilişkilerinde de benzer bir durumun yaşandığı söylenirse bu hiç yanlış olmaz. Orta Asya’nın bozkırlarından kalkıp ‘’Hep Batı, hep Batı’ya.’’ Diyerek atını mahmuzlayan ve Viyana önlerinde görülen Doğu’nun ‘’barbar’’ çocukları, en sonunda Yunan mitolojisinin güzel kızı Avrupa’ya vurulurlar. ‘’