Yağmur yağdıran, çiçekler açtıran, bulutları kaydıran, kurumuş yaprakları savuran lodos.

Bizim Konya’mızın dağ köylerinde böyle deyimler ve atasözleri çok kullanılır, nedeni ise hep tecrübeler sonunda yaşanmış olayların ortaya çıkmasından dolayı bu deyimler yerini bulmuştur.  Değerli okurlarım, son yıllarda mevsimlerde öyle çok değişimler yaşanıyor ki cenabu Allah dünya yaşamının sonunu hayır eylesin. Eskiden lodos yani diğer adıyla boz yel hep baharda veya bahar yaklaşırken eser ağaçlarda meyve için çiçekler açar eski gazel olmuş yapraklar savrulur toprağın yüzeyi de uğralanır yani kurur artık rençperler için torakla uğraşma ekim dikim günü gelmiş olurdu.  Bu lodos şayet böyle kışın ortasında Aralık ve Ocak aylarında yani zemheride eser de karları eritirse köylü bunu iyi saymaz “aman Allah’ım çok tehlikeli bir mevsim gelecek galiba. Zemheride kar eriyeceğine yüreğimde yağ erisin” diye üzüntüler dile gelirdi. Ama bahara doğru esen lodos artık toprakla buluşmaya başlayan köylüyü üşütünce de “yine çıktı zalim boz yel. Kar’a kor gibi insana kar gibi dokunur mübarek” diye ondanda şikayet ederdi bağrı yufka yoksul köylüler.

Bir de köylerde tecrübeli koca karı ve koca bilge adamlar lodos başladı mı, “Yağmur kar kokusu geliyor baksana çiçek açan yaprak saçan esmeye başladı. Ardından ya yağmur ya kar gelecek, bu esenin ardı boş değil” diye mırıldanırlardı, çok defa bu beklentiler doğru çıkardı çünkü yılların tecrübesi ile söylenmiş boş olmayan sözlerdi.

Evet, bizim dağlarımızda meşe ağaçlarının dalında güzden sararıp dalda kalan yapraklar onca zemheride esen soğuk ve tipiye rağmen yere düşmezdi ama bahara yakın lodosu görünce daldan düşer ve etrafa savrulur, bambaşka bir görünüm oluşurdu rüzgârın savurduğu yapraklar…

Bunun nedeni vardı tabi çünkü eski yaprak düşecek yeni yaprak gelecek yerinden, çünkü dallar da (Yaprak açması için tomurcuk) köylü adı ile çiğirdik kabarması başlamıştır. Böyle geçmişi ve eski deyimleri yazmaya çalışırken lodosun Türk insanı üzerinde bıraktığı hatıralardan ve hikâyelerden biri aklıma geldi de bir de kendi başıma gelen bir hikâye ile yazımı bunlarla süslemek isterim.

Geçenlerde bazı araştırmalar için şehri gezerken Hacı Fettah mezarlığından muhacir Pazarı’ndaki çocuk yuvası civarına doğru geliyordum. Şiddetli bir lodos fırtınası vardı. Hem rüzgardan korunup hem de eski alışkanlığımdan dolayı yağmur kar yağacak’mı acaba diye yukarıya gökyüzüne bakıyordum ki yuvanın içersindeki büyük ağaçlardan birinin dalından bir taze fasulye büyüklüğünde kurumuş uzun Akasya meyvesi, rüzgardan yere düşerken tam gözümün altındaki yanağıma isabet etti ve orada sivri ucu bir delik açtı, kan akmaya başladı. Bir kenara çekildim hem o kanı durdurmaya çalıştım hem de “ey Allah’ım her şeyler senin iradenle tecelli eder işte bu da öyledir sana hamdü senalar olsun bu da bize bir uyarıdır. Ne der eskilerimiz ayağına taş takılsa mutlaka Allah’tandır bu Atasözü tam yerinde bir süzdür düşünene. İşte yine lodos için bir Bektaşi fıkrası:

Büyük bir yolcu gemisi açık denizlere açılmış yol alıyor. İçersinde belki yüzlerce yolcusu var, ani bir lodos fırtınası başlar ki sormayın… Gemi başlar sağa sola yalpa yapmaya, gemi battı batacak. Yolcularda büyük bir korku, ürkü ve telaş, avaz avaz Allah’a yalvarmalar, sağa sola koşuşmalar derken bir Bektaşi dedesi geminin bir köşesine oturmuş sessizce piposunu tüttürüyor, fırtına filan umurunda değil. Yolculardan biri yanına yaklaşıp der ki “ey erenler ne gailesiz adamsın sen yahu herkeste bir telaş var dilde dua yüreklerde korku sen de kalkıp Allah’a yakarsan dilin döndükçe dua etsene”. Bektaşi yine istifini bozmadan “ben karışmam” der. “Niye karışmazsın bu işlere karışmam? Neden?” “Neden olacak bu Allah’ın işi ben ömrümde bir defa karıştım Allah’ın işine bana b..k böcüsünü yedirdi.” “Nasıl oldu”? “Nasıl olacak… Bir gün korulukta geziyordum. Bir böcek gördüm ki öküzlerin vücudundan attığı dışkının içersinden bir şeyler yuvarlayıp büyük bir telaşla götürüyor. Kafamı yukarı kaldırdım “Ey Allah’ım her şeyi yarattın iyi de şu b..k böcüsünü niye yarattın bu ne işe yarar, dedim. Bir zaman sonra amansız bir hastalığa düçar oldum Doktorlar-hocalar derman bulamadı, ilaçlar tesir etmedi… En sonunda bir koca karı dedi ki “sen bu hastalıktan iyi olmak ister misin?” “Tabi isterim ölüyorum” deyince “öyle ise beni iyi dinle, dağlarda bir böcek var sert ve siyah bir kabuğu var adına B..k böcüsü derler bilir misin?” “Eyi bilirim”, “işte o böcüyü bulup çiğ çiğ yiyeceksin ondan şifa bulacaksın” dedi ben de mecburen böcüyü buldum yedim ve hastalığım geçti… Bundan sonra o yüce Allahın işine karışmam, ne yaparsa yapsın o her şeyi iyi bilir demiş.

Yine bir Bektaşi de bahçelerden geçiyormuş, bu bahçelerde yüksek ceviz ağaçları varmış dallarında da cevizler olgunlaşmış… O mevsimde bostanlar da olgunlaşır cevizin dibindeki tarlada bostan ekili burada bir kabak sebzesi var kocaman, en az 7. 8. kilo gelir. Bektaşi yukarı bakar, koca ceviz ağacında ufacık cevizler varken aşağıda tarlada kısacık kabak kökeninde kocaman bir bal kabağı var. Yine isyankârlığı tutar derki: Eyy Allah’ım kocaman ağaca ufacık ceviz vermişsin meyve olarak şuncacık yerde uzayan bal kabağı kökenine kocaman bir kabak vermişsin hiç yakışmış mı bu? Bu sözü der demez yüksekten bir ceviz tam Bektaşi’nin tepesine düşer, canı çok yanıp gözleri yaşaran Bektaşi oturur ve ellerini göğe açar “sen ne yaparsan doğru yaparsın Allah’ım ya bu yerdeki bal kabağı yukarda olsaydı bu akılsız başıma düşse idi bu akılsız kafamın hali nice olurdu” der. Allah’ın işine kimse karışmasın herkesler haddini bilsin dostlar. Bereketli kışlar ve gülücüklerle kalınız.