Ben Ahmet Uysal, nam-ı diğer “Romanyalı Ahmet”. 1937 senesinde Mersin’in Mut ilçesinin Dağpazarı köyünde Mayıs veya Haziran ayında doğmuşum. Zayıf, çelimsiz bir bebekmişim. Anamın sekizinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Babamgil o esnada Kemer deresine yakın, dereye yaklaşık 500 metre uzaklıkta, çadır kurmuşlar. Ben o çadırda doğmuşum.

Sonrasında anam davar sağmaya gitmiş, dışarıda bir de bakmış ki köpeğin ağzında bir et parçası var. Korkuyla çadıra koşmuş. Uyuduğumu görünce bir nefes almış. Köpeğin beni yemesinden öyle korkmuş ki bana hep bunu anlatırdı.

Dağpazarı köyünün çoğunluğu 1887 yılında Bulgaristan’ın Dobruca bölgesinden muhacir olarak Türkiye’ye gelmişler. Oradaki yerlerinin ismi “Hacıoğlu Pazarcığı” imiş. Bu neden Türkiye’deki yeni köylerine “Dağpazarı” adını vermişler.

Hacıoğlu Pazarcığı’nın günümüz Bulgaristan’ındaki adı “Dobriç” tir. Bu şehir, Varna’dan Silistre’ye giden yol üzerinde yer alır. Varna’ya 70 km, Romen sınırına 25 km uzaklıktadır.

Dağpazarı Köyü’ne 5 km uzaklıkta “Konarı” adlı bir vadi, onun içinden geçen aynı adlı bir dere vardır. Babamın dedesi bu dere üstünde un değirmenleri yaptırmış. Yapılış tarihi kesin olmamakla beraber 150 veya 160 sene öncesidir. (2008 yılından geriye)

Babam Ali oğlu Ahmet Uysal nam-ı diğer “Sarı Ahmet” 1900 doğumludur.

Osmanlı döneminde alınan vergilerden birisi de öşürdü. Alınan öşrü koymak için dedemler köyde şu an evimizin olduğu yere bir ambar yaptırmışlar. Halktan toplanan tahılları zamanında orada muhafaza ediyorlarmış.

Dedemleri anlatmak başlı başına bir konu. Yine de bildiğim kadarıyla özet olarak izah etmeye çalışayım.

Aile Kerimbeyoğulları denen küçük bir Yörük kabilesi. Kerimbeyoğlu Mehmet’in 3 oğlu var: Ali dedem, Kerim ve Mustafa. Kerim bey çok dirayetli, becerikli biriymiş. Kışı Silifke’nin Kayabaşı köyünde, yazı Mut’un yayla köylerinde geçirirmiş. Bu köylerde arazi ve otlakları varmış. Söz konusu köyler, Demirkapı, Çivi ve arada kalan Kurudere ve çevresidir. Yörük kabilesi olarak hep beraber buralara göçerler, keçi sürülerini ve develeri otlatırlarmış. Kimse sen kimsin diyemezmiş. Bizzat babamla yaptığımız hesaba göre; bu düzen 2000li yıllardan 250 yıl önce başlatılmış.

Anam serde Yörüklük olduğundan bahar gelince duramaz hemen çadıra çıkardı. Evi bırakıp çadır kurardı. Hep beraber orada kalırdık. Hava temiz, etraf tertemiz olurdu.

1930 yılında babam, babasından ayrılır. Silifke Kayabaşı’na dönmez ve Dağpazarı köyünde kalır. Babası ve amcaları hali hazırda devlete vergi borcu bulunan su değirmenlerini, borcunu ödemek şartıyla babama bırakırlar. Borç da yaklaşık 8 veya 10 lira.

O zamanlar Dağpazarı köyünden sorumlu tahsildarın adı “Göde Nuri” diye birisidir ve iş ondan bitecektir. Babam gibi Tahsildar Nuri de keklik avını çok sever. Bu yüzden kolay anlaşırlar. Onun yardımıyla babam, devlete olan borcunu küçük taksitlerle öder.

Babamın Dağpazarı köyüne yerleşmesinin hikâyesi böyle. O zamanlar halk arasında söylenen ünlü bir deyim varmış: “Döner taşın mı var; uçar kuşun mu var” ? Döner taşla değirmen kast ediliyor. Zira o yıllarda değirmen çok kıymetliymiş. Köroğlu, ”Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” demiş. Onun gibi; şehirlere cereyan geldi cereyanlı değirmen icat oldu, su değirmenleri geçmez akçeye döndü.

Köyde yaşantı bin dert, bin zulüm. Anam tek başına. Ablam ölmeden önce durumumuz nispeten iyiydi. O ölünce ortalık karardı. Bir odada ışığın sönmesine benzedi halimiz. Köyde her ihtiyacını kendin üreteceksin. Her gün ekmek, yoğurt yapacaksın. Yağ çıkaracaksın. Aklına ne gelirse hepsi de kadınlara bağlı. Ya hasta olurlarsa ne olacak? O devrin erkekleri o kadar kazak ki yolda burnu düşse eğilip almazlar kibirlerinden. Babam da onlardan birisiydi.

Anamın hayatı böyle geçti. İlk evladı Meryem küçük yaşta muhtemelen 3 yaşında ölmüş. İkinci kızı Ayşe, 18 yaşında melengiç hastalığından vefat etti. Dağpazarı’nın köylüleri karlı, tipili bir günde kızakla Mut’a doktora götürdüler ama olmadı.

Annemin geri kalan çocukları hep erkekti. Köy yerinde anaya yardımcı olacak olan kız çocuğuydu. Anam hep yalnız çalıştı. Uzun yıllar Ayşe kızının yasını tuttu. Onun vasiyete uygun olarak ölene kadar beyaz örtü örtünmedi. Hep siyah tülbent kullandı.

Ayşe ablam öleceğini anlayınca anneme: “Ben ölünce beyaz örtü örtünme çabuk kirlenir. Siyah örtü ört ki eller seni kınamasın” diye vasiyet etmiş.

Onun ölümü sadece annem için değil, hepimiz için büyük bir sarsıntı idi. Çok çalışkan, becerikli ve güzel huylu birisiydi. Yazık ki ömrünün baharında bizde büyük yaralar bırakarak dünyasını terk etti. Onun adını Hacı Mehmet’in ilk çocuğuna verdi babam. Çok acı ki onun da hem kişiliği hem de kaderi adı verilene çekmişti. Her yönüyle çok sevilen küçük Ayşe de 57 yaşında beyin kanserinden vefat etti.