Dağpazarı’ndaki değirmenlerimizin müşterileri Dağpazarı ve Demirkapı köylüleri (Yani kendi akrabalarımız), Güme ve Navdalı köylüleri ile Mut’un değişik köylerinden buralara yaylalamaya gelenlerdi.
Yapıntı köylüleri, Silifke’den Tosmurlular ve Küçüközlüler, Mut’tan Palantepeliler ve Tahtacılar çok az da olsa gelirlerdi. İmrenözü’ne gelen Elbeyli köylüleri de bizim müşterimizdi.
Değirmenlerimizin olduğu yere “Konarı” derlerdi. Buraya gelen suyun kaynağı Kavaközü’dür. Tahmini 15 km uzaktan gelir.
Babamın anlattığına göre, bir ara değirmenlerin suyu çok azalmış sonunda su güzergâhında “Öküz Sulağı” denen yerde bir delik ortaya çıktığını tespit etmişler. Bu yüzden su değirmene değil yer altına akıyormuş.
Bir hayli sıkıntı çeken babamgil, sonunda o deliği bulup kapatmışlar. O zaman su yine eski bolluğuna kavuşmuş.
Müşteriler öğütmek için daha çok buğday, arpa, çavdar ve mısır getirirler. Un veya bulgur yaptırırlardı. Ne öğütürsen onun yüzde beşi ücret olarak alınırdı.
Değirmene değişik kültürde, farklı yöre halkları gelirdi. Her köyün farklı örf-âdeti ve konuşma şekli vardı. Okuma yazma bilmeyeninden üniversite mezunlarına, öğretmenden subaya, doktora rastlamak olağandı.
Değirmen bir saatte en fazla yüz kg öğütürdü. Dolayısıyla oradakileri hemen bir sohbet sarar, halk fıkralarından dini sohbetlere atlanır, sonra da dedikoduya dalınırdı.
Bizim diğer köylülerden farkımız biraz da bundan kaynaklanıyordu. Çok değişik kişilerle tanışılıp sohbet ediliyordu.
Bizim köylüler gibi atımız arabamız yoktu. Çünkü çiftçilik yapmıyorduk. Altmış hane içinde sadece biz çiftçilikle uğraşmıyorduk.
Babam da diğerlerinden farklı biriydi. Ortaokul 2 dengi eğitimi vardı. Yazar, çizerdi. Büyük Taaruz’da Afyonkarahisar’da tabur yazıcılığı yapmıştır. Bunlar bizim ailemizi az çok etkilemiş ve ufuk açısından olumlu yönde ilerletmiştir. Bu hem iyi hem de zor bir durumdur. Aile hiçbir zaman halkla iç içe olamamış ve farklı bir yerde durmuştur.