1956 yılının Nisan ayında askere gittim. 3 ay acemi eğitiminden sonra imtihan edildik. 15 kişi içinde üçüncü oldum.

Başımızdaki teğmen benim onbaşı ve ya çavuş olmamı istemiyordu. Bundan dolayı imtihanımın iptal edilmesini istedi.

Üsteğmen: “O sınavı başardı iptal edemezsin” diye karşı çıktı.

Teğmen: “Öyleyse çavuş kursuna göndermem” dedi.

Buna rağmen sonuçta çavuş kursuna gittim. Kurs Kayseri’de idi. Oradayken kabakulak oldum.

Ahmet isminde yedek subay bir doktor vardı. Hastanede vizite geldi. Çok üşüyordum. Sobayı kucaklayıp duruyordum. Doktor: ”Ahmet bu soba seni ısıtmaz. Yatağa yat, üstünü ben örteyim” dedi. Onun bu sözlerini hala unutamadım. Bir doktordan daha çok iyi bir insandı.

Hastaneden çıktım, geldim. Herkes imtihan edilmişti ben ise olmamıştım. Sonra kurs öğretmeni üsteğmen bizi imtihan etti. Kursu kazandım. Her gün bölük içtima oluyor. Kamyonlara bindiriyorlar kum getirmeye götürüyorlar.

Günün birinde arkadaşlarla sözleştik. Bugün biz içtimanın sonuna duralım. Kum getirmeye gidelim dedik. 10 kişi ayrılın dediler biz de ayrıldık. Başımızdaki teğmen ise bizi aldı tuvalet çukuru temizlemeye götürdü. Hayat böyle… Diğerleri Talas’a gezmeye giderken bize tuvalet çukuru temizlettiler.

Kurs bitti. Ankara’ya tabura döndük. Çavuş rütbesini taktık. Nöbet geliyor askerler beni saymaz. Başımdaki kumandan bana bağırır, kızar. En sonunda baktım olmayacak azılı askerlerden bir kaçını tokatladım ondan sonra herkes yola geldi. İnsanlara acıyanın acınacak hale düştüğünü gördüm. İnsanlar sana acımıyordu.

Bir gün nöbetçi çavuşu iken teğmenle kavga yaptım. O beni dövmek istedi ben de karşı geldim. Sonra bir dilekçe yazdım. Alay komutanlığına göndermek üzereydim. Tabur komutanının haberi oldu. Bölüğü topladı ve bir nutuk attı. Bana da “Dilekçeyi geri al. O teğmen bir daha sana karışmayacak” dedi. Bana ceza olarak bölük nöbeti vermedi. O teğmen terhis oldu. Yerine kıdemli bir baş çavuş geldi. Onunla çok iyi anlaştık. Beraberinde gelen tabur komutanı kurmay binbaşıyla da aynı şekilde çok iyi anlaştık. Bütün bölüğün işi bana verilir oldu.

Bir gün baş çavuş bana üç gün memleket izni verdi. Ali ağamgil Karaman’da oturuyorlar yanlarına geldim. Geri döneceğim gün Ali ağam Konya’ya gitmiş. Dönüş için param yok.

O günlerde Hürriyet gazetesinde bir haber vardı – Vatani görevini yapmakta olan Ahmet Uysal, askeri iznini kullanmakta iken Niğde’de kahvede bir sanat okulu talebesi ile girdiği münakaşada İsmet Döşemeci’ye vurduğu sandalye sonucunda kişinin ölümüne sebep olmuş ve Ahmet Uysal tutuklanmıştır- diye yazıyordu. Bu duyan baş çavuş benim firarımı vermiş. Hâlbuki benim izin idari izindi. Ben tabura geldiğim zaman herkes geçmiş olsuna geldi. Adım da o günden sonra Katil Ahmet oldu. Baş çavuşa haber gönderdiler. O da firar kâğıdını geri aldı üç günlük izin böyle geçti.

Bizim taburun suyu yoktu. Römorkla 15 km’lik yerden su getirilirdi. O da çabucak biterdi. Çoğu zaman kirli tabakta yemek yerdik. Kurmay binbaşı tabura gelir gelmez, Çamkaya’daki su deposundan boru ile suyu getirdi. Askerdeyken kurmayların genelde daha başarılı olduklarına tanık oldum.

1958 yılının Mart ayında terhis oldum ve başarı belgesi aldım. O zaman başarı belgesi kırmızı tezkereydi. O belgeyi hala saklıyorum.

Ben terhis olduktan sonra babamlar Kurtsuyu’ndaki fabrikayı çalıştırmaya karar verdiler. Ancak işletme sermayesi yok. Nasıl bir un yapılacağı hakkında bilgi yok. Yok, da yok…

O sıralar hükümet tahsis buğday verdi. Biz de ufak tefek başladık. Ustabaşı Mahmut ağam garip bir tip konuşmaz, anlatmaz. Ben yeni başladım. Öyle gün oluyor ki Mahmut ağam fabrikayı bırakıp gidiyor. Un ihtiyacı var, öğütmek gerekiyor ama işçi yok.

Mahmut ağam biraz sorumsuzdu. Çoğu zaman evde ekmek olmazdı. Zaten o günlerde evlendi. Karısı Kurtsuyu’nu beğenecek birisi değildi. Sonuçta fabrika kapandı. Ben de babama yardım etmek için köye döndüm.