Babam çok iyi bir aile reisi değildi. Daha çok köyün işleriyle uğraşır, evin iç işlerine ve çocukların durumlarına hiç mi hiç değer vermezdi. Kışın Mut’a gider bahara kadar gelmezdi. Koyuna verecek ot, ocakta yakacak odun olmazdı evimizde. Komşuları ev ev dolaşır ot ve odun isterdik. Ayaklarımızda çorap olmadığı zamanlar olurdu. Babam bunlara pek aldırmazdı. Dışa dönüktü varsa yoksa köyün ve başkalarının işleriyle uğraşırdı. Tam bir aferin delisi karakterindeydi.

Bir gün anam kış günü koyunları önüme kattı: “Değirmenin oraya götür. Otlat, gel” dedi. Olsa olsa 8 yaşındayım. Kurttan korktuğum için gitmem diye inatlaşıyorum. Mahmut ağam büyük olduğu için anamın sözü ona geçmiyor. Benim küçüğüm Meryem’in babası Hacı Mehmet’i döve döve zorla gönderiyor. Mecburiyetten kimse bizim küçük olduğumuzu, korktuğumuzu düşünemiyordu.

Aynı şekilde dağ başındaki değirmene gece geç saatte müşteri gelir, onun buğdayları öğünüp bitinceye kadar gece saat 12 olurdu. Zifiri karanlıkta bastığın yeri bilmezsin. Müşteri başka istikamete, ben köye giderim. Yaşım en fazla 10. Hele en korktuğum yer köye yaklaşırken Kemer deresindeki inlerdi. Orada köylüler çamaşır yıkardı. Halk arasında şeytanın inlerde ve çamaşırlıkta olduğu söylenirdi. Bu yüzden oraya yaklaştığımda Besmelenin bini bin para olurdu. Ufak bir tıkırtıda kalbim duracak gibi çarpardı. Bazı geceler yağmur da yağarsa korkumuz birkaç kat katlanırdı.

Kemer deresini geçtikten sonra ikinci dert Rıfat’ın köpeği idi. Bela bir köpekti. Oradan da kazasız, belasız kurtulursan sırada Köse Bekir’in köpeğini de atlatman gerekirdi. Sonunda sağ salim eve gelirsin anam uyumuştur. Kuru yavan ekmek bulabilirsen mutlu olursun. Hayat böyle devam edip giderdi.