Umum nakliyeciliğin, rençberliğin hülasa her zor ve ağır işlerin öküz, eşek, at ve katırlarla yapıldığı 1950’li yıllardan bir anımı anlatacağım bu yazımda.
Dikkatle okuyun bakın ne enteresan yaşanmış olaylara tanıklık edeceksiniz. 1957’in bahara yakın Nisan ayı sonları idi. Mart başında başlayıp Nisan başında sona eren mübarek Ramazan orucu tutulmuş artık köyde Arpa ekme, bostan tarlası sürüp hazırlama günleri başlamış, köylülerde yoğun bir çalışma var. Kış yiyeceği olarak saklanmış köyde yetişen ürünlerden patates soğan kenevir kabak çekirdeği soğan tohumu göğerlerin filan satışa sunulması gereken zamanı gelmiştir. Anacığım evde bulunan ihtiyaç fazlası bu saydığım ürünleri toparlamış, iki merkep yükü çuvallara doldurup hazırlamış bunları satmak için bana arkadaş olacak bir köylü büyüğümü beklemektedir. Babamın ağası emmim, Rahmetli babam hastanede olduğu için bize sık gelir hal hatır sorardı. Anacığım bu şehre gidilip bir şeylerin satılması evin temel ihtiyacı olan Yağ, Gaz, Tuz gibi bazı şeylerinde alınması gerek, Anam Emmime Ağa yükleri hazır ettim bir emanet sahibi adam olursa Ismayılı (İsmail) göndereceğim duyarsan böyle bir gidecek adam bize haber ver, dedi. Emmim tamam dedi gitti. Ayni günü akşam tekrar geldi emmim ve anama;
-Bizim gelin benim “Hüseyin ile getsinler Hüseyin büyük uzun zamandır şehre gidip gelir yolları bilir başkası ne lazım iki emmi uşağı gider gelirler nasılsa. Gonyada bu malları satıverecek köylülerimiz Dovalların Ismayıl var Gıyık Omar’ı (ömer) var ben selam yollarım onlar gereken alakayı gösterirler” dedi.
Anacığım demek ki evde yağ tuz ihtiyacı çok olunca;
-Olur ağa, dedi.
Nisan ayının sonlarında ben daha okulluyum, ilkokul beşteyim anam öğretmenimden iki üç günlüğüne izin istedi. Aile durumumuzu zaten bilen öğretmenim;
-Tamam izin veriyorum, İsmail’in maşallahı var, dersleri de iyi zaten ileri derecede bilgili bir aksama olmaz onda! Deyip müsaade edince hazırlıklarda tamamdı. Bir sabah erkenden yola çıktık. Yola çıktık da çok büyük bir engel var yolculuğa o yıllarda komşu köyler arasında arazi ve orman kesme ve davar sığır otlatma yüzünden büyük kavgalar yaşanırdı. İşte bu köylerden biri de bugün Konya Büyükşehir Belediyesi hudutları içerisinde kalan Karadiğin Mahallesi ile olan büyük arazi hududundan dolayı gerek onların bizim ormanlardan gizlice odun kesmeleri.
Gerekse davar sığır otlatarak onların köyüne yakın olan tarlalarımızdaki ekinlere zarar vermeleri tabi ki, iki köyün insanları arasında silahlı bıçaklı taşlı sopalı kavgalara varan mücadeleye sahne olurdu. İşte bundan dolayı bu köyün içerisinden geçip Konya ya ulaşan yolumuzun bu kavgalar yüzünden inkıtaya uğradığı, Karadiğinlilerin dağlarda yapılan kavga nedeni ile bizi köylerinin içinden geçirmeyerek bizlerden o köyden gidecek yolculara şiddet uyguladıkları olurdu. Bu her zaman olmasa da bazen vuku bulurdu. İşte bu küslüklerin olduğu bir dönemde
biz bu şehir yolculuğunu yapacaktık. Bu durumda iki alternatif seçenek kalıyordu biri
Karadiğin’in kuzey batısındaki Belbaşı denen yerden şehre ulaşmak ya da Hatunsaray nahiyesinin yolunu kullanmak. Hatunsaray tarafından 55.60 kilometre idi Konya bel başından 45 kilometre Karadiğin’den ise 40 kilometre idi köyümüze. Belbaşı yolu çok sarp ve dağlık yırtıcı hayvanların olduğu bir tehlikeli yol olunca sabah evden çıkınca emmioğlum merhum Üseyin (Hüseyin) ağam Hatunsaray yolunun uzun ama tehlikesiz olduğunu varsayıp o yolu tercih etti yola koyulduk. Ha yürü de yürü zaman geçiyor tercih ettiğimiz yol uzuyor Hatunsaray’a uğramadan Komşu köyümüz Botsa (Güneydere) yol ayrımı çatal iğde den sonra Urustum denen mevkiden sola saparak daha kısa olan yoldan önce Sarıkız köyünün yoluna çıkıp oradan Bayat Pamukçu köylerini geride bırakarak yola devam ettik. Ama aslında Sarıkız beline çıkınca görülen şehir bir türlü sisten pustan görünmüyordu. Müthiş esen birde lodos vardı ki kara kor gibi insana kar gibi dokunan bu lodos insanın iliklerini donduruyordu. Yol uzadı bizler ve hayvanlar hayli yoruldu nihayet akşam namazına yakın şimdi Meram Belediyesi’nin hobi bahçeleri yaptığı yerdeki Demirli Han’ın önüne geliverdik. Üseyin Ağam bana bakarak;
-Ne dersin emmioğlu biz gece şehrin yolunu bulamayız bu handa sabahı yapalım mı? dedi. Zaten canımdan bezmiş olan ben;
-“Olur Ağa burada gece yatalım sabah gideriz” diyerek acizliğimi belirtince hemen hana iki onun iki de benim olan merkepleri çekip yüklerini yıktık. Hemen ağam hayvanları batmaya bağladı yüklerimizde olan samanlardan önlerine döküp yemledi, kenarda kıyıda bulunan daha evvel bu handa konaklamış olan insanların hayvanlarına verdiği samanlardan hayvanın yemediği irisi olan kesmikleri toplayıp
hanın büyük ocağına bir ateş yaktı. (Kesmik ekin saplarının arasındaki eklemler
buğumlardır) Hanın içerisi dumandan adeta boğuluyor hanın simsiyah duvarları bile
görünmüyordu. Ama dışarıdaki soğuk havadan içerisi daha iyiydi. Çünkü akşamın ayazı çökmüştü şehrin varoşlarına. İyi ki şansımızdan han bomboştu, kimsecikler yoktu. Çünkü daha baharın işleri çıkmadığı için insanların iş için aşağı köylere akını başlamamıştı. “Bu ne demek şimdi?” der gibisiniz. Evet, bu hanlar o yıllarda hep yayan veya hayvanlarla yapılan yolculuklarda işte bizim gibi taşrada darda kalanların sığınması için hayırsever insanlar tarafından yapılmış hanlardı. Çünkü kırsal kesimin insanları gerek tarlalarda gerekse inşaatlarda veya başka işler için köylerinden çıkarak on-on beş belki de bir ay kadar para kazanmak için şehre ve ova
köylerine inerdi. Bu insanların evi sırtında olurdu. Yani evden aldığı bir azık torbasının içerisine üç-beş ekmek biraz soğan patates koyar büyükçe bir yorganı dürüp yuvarlak hale getirir, iki yanından bir ip bağlayıp çanta asar gibi omzuna asar, onunla yollara düşer, hangi beldede akşam olursa hangi handa gecelerse bu böyle devam eder giderdi. Neden Demirli Han?
Asırlardır hatta eski çağlardan beri yerleşim yeri olan Konya’mızın etrafı ve içerisi atalarımızın misafirperver hamiyetperver olan insanları gerek kırsaldaki misafir odaları ile gerek yol boylarına yaptırıp insan hizmetine sundukları hanlar ile ne kadar güzel bir hayra sebep olduklarını bizler şimdi anlıyoruz. Bunların bazıları para karşılığı işletildiği gibi çokları da sadece hayır için yapıldığı malumunuz. Her hanın kendine göre ya yöresel ya da yaptıranın adına isimleri konmuştur. İşte Konya ve etrafındaki örnekleri İpek Yolu üzerindeki meşhur hanların isimleri: Kızılviran Hanı, Altınapa Barajı sularının içerisinde kalan Altunaba Hanı, Dokuzun Hanı, Horozlu Han, Zazadin Hanı, Akbaş Hanı, Obruk Hanı, Sultan Hanı, Erenkaya Köyü’nün yakınlarındaki han yıkıları, Derbent yolu üzerindeki Eli Kesik Hanı, Akisse Yolu
üzerindeki May (Kayasu) yakınlarında yıkılmış eski viran hanlar. İşte Konya yakınlarında da bu Demirli Han, Pamukçu Hanı, Kozağaç Parkı’nın İlerisindeki Deli Osman’ın Hanı Konya’nın diğer illere ve denizlere kadar ulaşımdaki değerini sanırım anlatıyor. Demirli han ismini bana göre o yıllarda dikkatimi çeken haliyle damının üzerindeki çatı kısmına ağaç yerine döşenmiş olan uzun ve kalın ray demirini andıran demirlerden alıyordu diye düşünüyorum. Bu adı geçen hanların civarlarında zamanla oluşan yerleşim yerleri de günümüze kadar ayni isimle anılır olmuşlar örnek Kadınhanı, ve Kaşınhanı gibi. Biz yine kaldığımız yerden konumuza dönelim. Onun için o yılların hayırseverleri kırsal arazilerde han kuyu çeşme gibi hayır işlerine çok önem verirlerdi. Neyse çok yorgun olduğumuz için yakınımızda bulunan Hatıp Nahiyesi’ne gitmeyi bile beceremediğimiz belliydi. Zaten gitsek de o yıllarda insanların güraf güraf şehre akın ettiği yıllardı bu aşağı köy ve nahiyelerin insanları da bıkmıştı artık misafir kabul etmekten çok hoş bakar değillerdi bizlere.
Satılacak mallarımızı ocağın başına kadar sürüyüp getirdi ağam ocakta yanmakta olan meydan ateşinin de verdiği rehavetle çuvallara yaslanıp uykuya dalmışız bir aralık üşümüşüm gece uyandım bir soğuk geliyor dışarıdan meğerse hanın kapısı açıkmış hani derler ya han kapısı gibi mübarek ardına kadar açık diye öyleydi. Açık da olması lazımmış, Üseyin ağam öyle dedi. Hadi bir gelen daha olursa diye açık bırakılırmış han kapıları. Soğuk ile endişe arasında sabahı yaptık başkada gelen olmadı bir kişi daha gelse idi hana iyi olacaktı, yükleri hayvanlara sarmak için çok önemli idi ama ne yapalım çaresiz hayvanların alışık olduklarından başlarını eğdik yere yattılar, yükleri üzerlerine yükleyip yüklerden tutarak “deh” dedik ayağa kaldırdık. Nihayet yine soğuk bir sabahın erken vaktinde patika sayılan bir yoldan kararlamaya kuzeye doğru şehri tahmin ederek yürüdük. Yürüdük de bir de ne görelim daha 500 metre kadar gitmeden -bu günkü Kongaz dolum tesislerinin olduğu yerler olduğunu tahmin ediyorum- öyle bir şeyle karşılaştık ki her tarafımız Adeta bir göl halinde oluverdi. Gerek Meram Çayı’ndan gelerek buralara taşan sular gerek lodosun esmesi ile kırsalda yükseklerde eriyen karların suları Alakova’yı bir göl haline getirmişti. Ne tarafa gitsek su, şaşırdık geri dönsek yol bilmiyoruz ileri gitsek gidemiyoruz. Bir
adam yaklaştı yanımıza;
-Lan bu vakitte nereye gidiyorsunuz karda kışta hay Evrağını sattıklarım diyerek espri yapıyordu ama biz korktuk ve;
-Emmi biz Gonya’ya gidecektik. Gilissalıyız yolu şaşırdık ne yapacağız deyince;
-Bu patika yoldan hiç sapmayın burası sizi şehre indirir, yalnız birazcık merkeplerin üzerine binin sudan kurtuluncaya kadar sonra inersiniz bazı çaylar ve bozuk yollarda gelecek önünüze hiç sapmayın Allah’ın delileri! Bu gış gıyamette ne işiniz var yatamadınız mı köyünüzde? Ben de Alakova köyündenim size diyorum da bir deli de benim bana Göçmen Halis derler tamam mı? deyip ayağındaki çizmelere güvenerek suları yarıp gitti.
Şöyle etrafımıza bakındık öyle bir tehlike ile karşı karşıyayız ki korkudan ödümüz kopuyor. Burası adeta bir deniz veya bataklık halinde gözün alabildiği her yer su ve çamur idi. Adamın dediği yolu takip edeceğiz çaresiz burada tek güvencemiz hem kuvvetli olan merkeplerimiz. Hem de bir yıl önce zor para biriktirerek aldığım zamanı meşhur ayakkabısı ayağımdaki yüzü şamrel (iç lasik) altı kamyonun sert tekerleğinden yapılmış olan dayanıklı sille lastiği idi. Tabi anamın elleri ile ayağıma örüp giydirdiği yün çoraplarda var Çaresiz merkeplerin yükü üzerine bizde bindik sürdük garipleri suyun içerisine. İlk anlarda biraz tedirgin olan eşekler
yolu bularak sert ve düzgün yerlerden giderlerken büyük bir suyun aktığı Hasanköy civarında bir çaya geldik. Bu çayı geçmek mesele, eşeklerden suya batarız korkusu ile indik sürdük. Malları güç de olsa onlar karşıya geçtiler şimdi biz ne yapacaktık? Üseyin ağam şöyle etrafa bakındı, çayın üzerine göçmüş büyük bir söğüt ağacı gördü, o sanki bir köprü gibiydi, köylü olarak bu tip şeylere alışık olunca o söğüt ağacını tehlikeyi göze alıp kullanarak üzerinden karşıya atladık. Artık hayvanlara binmiyorduk çünkü zaten ıslanmadık yerimiz kalmamıştı. Yürüdük yol uzayıp şehre doğru yaklaştıkça su bitti bu sefer de ayaklarımıza yapışan bir çamur tabakası belirdi. Ağlaya sızlaya Hasanköy civarına geldik. Bir parça çamurdan kurtulmuştuk, bir kenara durup ayaklarımızdaki çamurları çalılarla temizleyip tekrar Hasanköylülere şehir yolunu sorup yolu doğrulttuktan sonra ikindiye yakın Konya’ya inip Eski Garaj
civarındaki bu günkü Karatay Belediye Binasının yakınlarında sebze meyve haline gelip yükleri yıktık. Satılacak mallarımızı köylümüz dovalların rahmetli İsmail amcaya teslim ettik. Emmimden selam söyledik, iki gündür çektiğimiz eza cefayı anlattık ballandıra ballandıra ve merkeplerimizi yakınlardaki ayna civarında kara Mustafa’nın Hanı’nın ahırına getirip bağladık. Artık kırsaldan Konya’ya gelen bu tür emtianın az oluşu sanırım bizim malların hemen o gün akşama doğru kıymetli bir paraya satılıvermesine sebep olmuştu ki bir genç arkadaş hana gelip;
-Gilissalı Hüseyin İsmail kim?
Ben hemen “biziz” dedim.
-“Hale gelin mallarınız satıldı İsmail amca sizi çağırıyor.” Dedi. Hemen yakın olan koştuk adam satılan mallarımızın hesabını ayrı ayrı yapmış paramızı elimize tamamen verdi. Benim yüklerimin parası Üseyin ağamınkinden bir hayli fazla tutmuş sebebi ise çok akıllı olan anacağızım patates soğanın haricinde köyden ufak keselere yağlı müsür, kenevir, kabak çekirdeği ve soğanın ana maddesi olan çörek otu tohumuna benzeyen karaca gibi tohumu gibi şeylerde koymuştu. İşte yükte hafif pahada ağır olan bu çok para eden şehirliler için çok kıymetli ufak parça mallardı. Üseyin Ağamın derdi sattığı malların parasından babasından gizli biraz cıgara parası aşırmaktı emmimin haberi olmadan. Hiç olmazsa 55 kuruş olan 10 tane bari Bafra tütün parasını aşırmalıydı onun için beni sıkıca tembihledi;
-Mallar şu parayı tuttu de babama! Olur dedim. İstersen olur diyeceksin onun dediklerini yoksa bir daha şehre getirmezdi ağam beni. Üseyin Ağam;
-Nasıl emmioğlu geri köye dönsek uykuya dayanabilir misin?
-Yok ağa ben dayanamam zaten gelinceye kadar canım çıktı
deyip teklifi geri çevirdim. Akşam bir lokantaya gidip bulgur pilavı ile hoşaf ısmarladık doyasıya bol kepçeden yiyip karnımızı doyurduk, ağam emmioğlu;
-Sinemaya gidelim mi? dedi.
-Yok ağa ben sinema bilmem, bir yere gitmem, yorgunum yatacağım! dedim hanın umuma ait tüm köylülerin kaldığı odasına beni yatırdı, eski askeri kaputumu da üzerime örtüp oradaki yakın köylümüz birine;
-Aman üzerini açarsa örtüver Ismayılın! deyip kendisi çıktı gitti.
Gitmeden beni de aman babama sinemaya gitti ağam deme diye sıkı sıkı tembihledi. O gece ben deliksiz bir uyku çekmişim han odasında. Ağam sinemadan ne zaman geldi bilmiyorum artık. Sabah dinlenmiş olarak kalktım, askeri paltonun altında kalabalık insanların nefesi ile ısınmış olan han odasında. Biraz azığımdaki nevalelerden yiyip sabah kahvaltımı geçiştirdikten sonra hemen alışveriş için
ağamla beraber çarşıya çıktık. Çabuk alacaklarımı alıp bir an evvel köye dönmeye
hazırlanacaktık. İlk olarak köyde çok hasretini çektiğimiz şehir (güdüğü) Ekmeği her biri mis gibi kokan ve kiloluk olan bu nimetten 5 tane aldım. İki kilo portakal aldım, tadına hiç doyamadığımız ailecek hasret olduğumuz 2 kilo şehir halvası (ak havla) aldım ardından anacığımın Ismarışı (sipariş) olan iki okka Şırlağan yağı, 5 kilo Gaz yağını ve bir kese tuzu da alıp siparişi tamamladım. Hana geldim, iki eşeğin han parası 50 kuruş kendi han param olan 50 kuruşu da ödedim ve;
-Hazırım ben ağa! Dedim, acele yola koyulduk. Şehri çıkarken sordum
-Ağa gine o uzun yoldan mı gideceğiz?
-Yok! dedi ağam.
-Eşekler yüksüz, vakit erken artık Belbaşı’ndan gideriz. Hiç korkma bir şey olmaz! diye beni cesaretlendiriyordu. Tahminimiz tuttu akşam karanlığı çökmeden süratle yol aldığımız köyümüze ulaştık o gece. Sabaha kadar anama ve kardeşlerime aldığım hediyeleri hem yedik hem de iki gündür başımızdan geçenleri anlatarak sabahı yaptık. Sabah erkence bize gelen emmim hem yolculuğun nasıl geçtiğini hem de yüklerin kaç para tuttuğunun sorusunu ince ince soruyordu bana. Ben de ağamdan aldığım talimatla hesabı düzenli veriyordum. Bizim malların kaç para tuttuğunu sorup fazla para tuttuğunu öğrenen emmimin suratı asılıyor ve sebebini sorunca da
o ufak tefek tohumların çok para ettiğini söyleyince anacığıma dönüp;
-Madem sen onlardan kattın da bize niye söylemedin hay kızım! diye bayağı anamı azarlıyordu. Bu yolculuklar sık sık devam etti, her geliş gidişimin bende ayrı birer hatırası vardır ama bunu burada kesiyorum. Bir başka anıyı anlatmak üzere hatırlamama zeka gücü veren Rabbime şükrediyorum. Selametle