1915-1923 Yılları Arasında Kafkas Cephesinde Rusya’ya esir düşüp 7 Sene esarette kalıp mucize bir tesadüfle kurtulan köylümüz (Kilistralı Şakir Toydemir’in Esaret hikayesidir.
Doğum tarihi köy nüfus kayıtlarında (Rumi 1308 Miladi 1892 olarak kayıtlı köyümüzden Şakir Toydemir Emmi anlatırdı:
Kuzum Ismayıl ben Osmanlı’nın çok savaşlarına katıldım daha henüz 19- 20 yaşlarında bıyığı henüz terlemiş bir delikanlıyız köyümüzden benimle beraber birçok genç asker olduk önce 1912-13 Balkan Savaşlarına katıldık. Arkasından 1914’te Çanakkale’ye gönderildik. Çanakkale Harbi’nden sonra hiç köyümüze dönmeden üçüncü ordu olarak Osmanlı’nın Almanya ile müttefik olarak harbe girmesi ile Kafkas cephesine sevk edildik. Üçüncü ordu Kafkas cephesine takviye olarak gönderiliyordu. Bunun olacağını fark eden kahpe Rus Kafkas ordularına büyük bir darbe hazırlığına girişti. Bizim takviye birlikler o cepheye ulaşıncaya kadar Kafkas birliklerimiz birçok darbeye maruz kalarak büyük kayıplar vermiş, hatta bazı illerimiz bile kaybedilmiş. Erzincan, Muş, Trabzon bu kıymetli illerimiz Rusların eline geçmiş. Bizler de vardık ve takviye kuvvet olarak yerleşik mevkiyi iyi etüt eden Rus kuvvetleri ile büyük savaşlar yaptık. Bu savaşlarda Ruslar 30 bin, Türkler ise 20 bin kayıp vermiş. Tabi biz bunlardan haberimiz olmuyor. Sebebi bizler 15 arkadaş öncü olarak gittiğimiz bir cephede etüt yaparken ağaçların tepelerinde pusu kuran Rus birliklerinin ani baskını ile 15 kişiden 2’miz şehit edildi, bizler de esir düştük. Bizi bir er bir zabitle cephe gerisine götürdüler. Günlerce yayan yürütüldükten sonra bir esir kampına hapsedildik. Esir kampında iki veya üç gün geçti bize “teftiş var hazır olun” dediler her gün taş kırmaya gidiyorduk. O gün taş kırmaya götürülmedik teftişi bekledik. Genç 25 -26 yaşlarında bir Rus zabiti geldi bizi teftiş etti. İsyan etmememizi itaat etmemizi aksi halde sonumuzun ölüm olacağın falan söyledi ve beni işaret ederek makamına götürülmemi emretti. Ben çok güçlü ve kuvvetliydim. (Ben tanıdığımda da öyle idi İsmail Desteli 1955) “Bana ayrı bir iş mi yaptıracak acaba”, “beni bunun için mi çağırıyor?” diye düşünürken kendimi Rus zabitinin karşısında buldum. Bana ismimin ne olduğunu ve nereli olduğumu sordu, soruları bana Türkçe soruyordu ben de;
-“Dorba oğlu Şakir, Türküm Konyalıyım” dedim.
Yanımızdaki diğer askerleri dışarıya çıkardı ve bana;
-“Sen Konya’daki çıkrıkçılar içinde falan çay ocağını biliyor musun?” diye sordu?
-“Evet”
diye cevap verdim. Bana Konya’nın meşhur çıkrıkçılar içinde bizim köyümüzden odun satmak için Konya’ya gelip de odun satarken devamlı uğrayıp çay içtiğimiz bir çay ocağını soruyordu.
-Ben orada garsonluk yapan İbrahim’im beni hatırlayabildin mi? dedi.
Ben de hayal meyal hatırladığım bu Rus zabitinin suratını hafızamda hatırlamaya çalışıyor ve bu Rus subayı nasıl olurda orada çaycı garsonu oluyor diye de şaşkınlık içindeydim. Meğer bu zabit Konya’da bir Ermeni aile tarafından yetiştirilmiş bunu bana orada gizlice söyledi ve sır olarak saklamamı da sıkıca tembih etti. Bizler köylü olup şehirde yetişmediğimiz için böyle casusluk olaylarını falan bilmiyorduk zaten okuma yazmamızda yoktu ikimiz tanıştıktan sonra bana itaatkâr olmamı kendisinin bana yardımcı olacağını en azından can korkusu çekmememi o subayla tanıştığımızı da kimseye söylemememi öğütledi. Ve oradan ayrıldık beraber esir düştüğümüz arkadaşlarım ile zaten pek fazla koruyuculuğu olmadığını tahmin ettiğimiz kamptan kaçmayı göze almıştık. Ama dikkat çekmemek için de verilen taş kırma görevini birimiz yaparken diğerlerimizde kamptan kaçmak için bir çukuru devamlı kazıyorduk. İki-üç kişinin işini diğerlerimiz yapıyorduk, iş yapılınca da pek fazla dikkat çekmiyorduk. Ben zabitle tanıştığımı arkadaşlarıma söylemedim ve kaçma planından da vazgeçmedim, onunla tanıştıktan sonra nedense kaçmayı daha çok istedim ve bir gece vakti verdiğimiz kararı uygulamaya koyduk. Kesin kaçacaktık. Ben önce arkadaşların kazdığımız çukurdan çıkmasını istedim. Onlar ise kabul etmedi benim önce çıkmamı istediler. Fazla zamanımız yoktu ve ben kazılan tünelden ilk defa çıktım hava karanlıktı sadece gözetleme kulelerinden gözetleniyorduk. Oraya görülmemiz hayli zordu, arkadaşlarımda benim gibi güçlü ve kuvvetli idi. Ben çıktım bir kenarda diğerlerinin çıkmasını beklerken bana arkadaşın birisi;
-Neredesin? diye seslendi.
Ben daha “buradayım” demeden bir silah sesi işittim kurşun ortalığı aydınlatınca gözetleme kulesinden geldiğini fark ettim. İşimiz o kadar gizli idi ki arkadaşlarımın çoğu yandım diye çok usulca inliyordu, ölürken dahi bir diğerimize zarar vermek istemiyorduk. Yanlarına vardığımda bana;
-“Bizi bırakın kaçın sizi de vururlar…” Diyorlar hem de şahadet getiriyorlardı. Biz artık deli koyun gibi nereye gittiğimizi bilmeden kaçıyorduk. Sabah yaklaşıp hava ışıyınca alabildiğine bir bozkırın içinde idim. Yanımda arkadaşlarımdan da kimseler yoktu. Çünkü herkes can derdine düşmüştü. Kuzeybatı yönünde biraz daha kaçtıktan sonra Zararsız olduğunu bildiğim otlardan biraz bulup yedim ve orada bulunan bir büyük mısır tarlasına gizlendim. Oraların her tarafı mısır ekili tarlalardı. Akşamın olmasını bekledim. Aylardan sanırım Temmuz veya Ağustos’tu. Akşamı beklerken bir taraftan da askerde öğretilen yön tayinini yapmaya çalışıyordum. Tahminimin doğru tuttuğunu da günler sonra anlayacaktım. Geceleri kaçıp gündüzleri saklanarak otlardan ve mısır kundaklarından (süt mısır) yiyecek olarak faydalanarak sanırım dört beş gün geçti. Benim de takatim kalmadı. Ayrıca süt mısır beni ishalde yapmıştı ve nihayet her şeyi göze alarak bir akşam karanlığında bir köyün en kıyısındaki evin kapısını çaldım. Bir genç kız çıktı ve ona Türkçe aç olduğumu ekmek vermesini söyledim. Hayret beni anlıyordu hemen içerden iki tane büyükçe fırın ekmeği getirdi sanırım her biri birer buçuk okka gelirdi.
-Burası Türkiye mi? diye sordum. Bana;
-Hayır sen Türk müsün? Dedi.
-Evet dedim.
-“Benim annem Türk, burası Rusya babam da Rus. Ben Türkçeyi biliyorum ama sen buralardan kaç, kimse seni görmesin, burada çok Türk düşmanı var.” dedi.
Bana yön tayini de yaptı.
-“Daima şu tarafa git Kars o tarafta” diyordu. Ben ekmekleri ne zaman yediğimi bilemeden ekmekler bitti. Daha evden 100 metre bile ayrılmamıştım acaba birisini düşürdüm mü diye geriye döndüm geçtiğim yerlerde aradım ekmek yoktu. Açlıktan ne çabuk yediğimi bilemiyordum. O gece sabaha kadar kaçtım, sabahleyin büyük meralar çayırlıklar gördüm otları biçilmiş ve yığın halinde kurutulup öbek yapılmış taşınmayı bekler gibiydi.
O ot yığınlarından birinin içine girip saklandım. Akşamı bekleyecektim, güneş tam doğarken insan ve at arabası sesleri duymaya başladım, baktım iki tane genç başlarında babaları olduğunu tahmin ettiğim bir Rus kazak beyi, iki tane at arabası, üzerlerinde büyük ot salları, ellerinde dirgenler yığınlara yanaşıp otları arabalara dolduruyorlardı. Onlar bana yaklaştıkça ben bir başka ot yığınına geçiyordum. En son geçtiğim ot yığınına da geldiler ve dirgenleri saplamaya başladılar. Dirgenin sivri demiri bacağıma batınca of diye acı bir çığlık attım, gençler korktular ama babaları geldi beni ot yığınından çıkardı ve bana kim olduğumu asker kaçağı esir mi olduğumu sordu? Bütün her şeyi gerçekleri ile anlattım, karnımı doyurdu ve benim yabancısı olmadığım dirgeni elime vererek çalışmamı istedi. Çalışınca da işimden çok memnun oldu. Akşamüzeri bir yayla gibi yere geldik, arabaları boşalttık o yaylada kasım ayına kadar kaldık. Çünkü ailecek şehirden o yaylaya çıkmışlar hanımı da oradaydı beni yanlarında bulunan Rus elbiseleri ile donattılar, her gün bol bol çalışıyorduk ama bana iş zor gelmiyordu çünkü yapılan İşlerin hepsini de köyümden biliyordum, karnım da doyuyordu.
Kasım ayı gelmeden yayladan ayrıldık. Büyük bir şehrine geldik, arabalarla kahvelerin önünden geçerken kahvelerin önünde oturan Ruslar bu bizim ağaya çok saygı gösteriyorlardı. Demek ki saygın bir Rus’tu bizim ağa. Eve gelince bizi yaşlı bir annesi ile 13-14 yaşlarındaki kızı karşıladı. Beni sordular, ben pek konuşmalarını anlamıyordum ama benden bahsedildiğini tahmin ediyordum. İlk işleri beni de kendileri gibi güzelce giydirmek ve banyo yaptırmak oldu. Bu zamanda Rus’un oğlanları da askere alındığı için bana daha fazla rağbet göstermeye başladılar. Evde kışları şehirde yazları yaylada tam olmak üzere tam 7 veya 8 sene onlara hizmet ettim. Kızları Raça’yı bana vermek istediklerini kabul edip etmeyeceğimi Türkiye’de evli olup olmadığımı sordular. Ben de;
-“Evli değilim sizin kızınızı da alacağım, burada kalacağım” diyordum. Amma vatan aşkı ile yanıp tutuşuyordum. Türkiye’nin hala kurtuluş harbi yaptığını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulacağını konuşmalarından anlıyordum, mübadeleden de bahsediyorlardı. Ama ben mübadelenin ne olduğunu da bilmiyordum, bilsem de onlara gideceğim deme şansım yoktu. Sanki bana canımı bağışlamışlardı ihanet etmiyordum. 7’inci sene yine yayladan geldik, oğlanları da askerden döndüler ve bana bacılarını göstererek hani çocuk diye soruyorlardı. Çünkü onların aldığı terbiye bunca sene bir kızla oğlanın bir arada yakınlaşmadan duramayacağını sanıyorlardı. Ben de onlara bizim böyle bir âdetin dinimizde olmadığını ve nikahla evlenmeden kızlarına yaklaşmayacağımı izaha çalışıyordum. Bana Türkiye’de ailece nasıl yemek yediğimizi soruyorlardı. Ben de biz hep birlikte sofraya oturup yemek yediğimizi söyleyince bana “pis Türk” diyorlardı. Ben de koyunları gösterip;
-“Bak bunlar da beraber yemek yiyor kavga etmiyor biz. Ama bizler ayrı yemeği tırışka yani köpeği göstererek buna veririz, çünkü iki tırışka beraber yemek yiyemez kavga eder. Siz de bunlar gibisiniz” diyordum. Eşim olacak kız da beni destekliyordu.
Günlerimiz böyle geçerken Eylül-Ekim aylarında bağlar bozulurdu, bizim ağanın da çok üzüm bağları vardı. Ben onlarla birlikte üzümleri bağdan toplar, at arabası ile beş altı kilometre uzaklıktaki şarap fabrikasına taşıyordum. Her zaman geçtiğim yol üzerinde büyük atıl bir boş bina vardı. Onun yanından geçerken ben vatan hasreti ile Türkçe bir Türkü aldırmışım gidiyordum avazım çıktığı kadarda bağırıyordum hemen o binadan üç tane silahlı asker önümü kesip beni arabadan aşağı indirdiler.
İşte o zaman ölüm korkusunu çok yaşadım. Çünkü bana;
-Bu günlerde 4 kaçak askerleri yakalayıp öldürüyorlar dikkat et!
diye tembih ediyorlardı. Ağanın ailesi askerleri acaba haklaya bilir miyim diye içimden bir hesap yaparken kendimi o boş binanın içerisinde buldum. Ve Türkçe konuşulanları iştim, Türkçe konuşan kişi sertçe şöyle diyordu:
-Bu Türk eğer beni tanırsa yok edin, tanımazsa ben gerekeni yaparım, yanıma getirin!
Bunları işitince endişem arttı ayrıca içime bir sevinç de geldi. Beni içeri aldılar. Gür, siyah bıyıklı, yakışıklı komutanım “Enver Paşa” karşımda idi. Sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bana;
-Oğlum sen Türk müsün?
-Evet
-Esir misin?
-Evet.
-Sen hangi taburda askerdin?
-Üçüncü ordudaydım Efendim.
-Komutanınız kimdi?
-Enver Paşa idi komutanımız.
-Sen Enver Paşa’yı tanır mısın?
-Hayır Efendim, biz onu hiç görmedik sadece komutanımız olduğunu biliyorduk.
-Türkiye’ye gitmek ister misin?
-Evet Efendim.
-Git kimde esir isen ondan yazılı bir kağıt al getir seni Türkiye’ye göndereyim.
Sevinçle koşarak arabayı fabrikaya yıktım ve ağanın yanına vardım. Olanları anlattım. Ağa;
-“Hayır sana izin vermem, sen artık burada kalacaksın, benim oğlum olacaksın benim kızımı alacaksın” dedi.
Ben çok yalvardım, en sonunda beyin hanımı benim ricalarıma dayanamayıp beyine;
-“Bak senin üç tane evladın var, bunun da ülkesinde anası, babası, kardeşleri var izin ver gitsin” diye itiraz edince, adam tam yumuşar gibi olurken kızları devreye girdi;
-“Ne olur gitme Şakir, ben seni çok seviyor!” diye yalvardı. Anası onu da azarladı. Tam akşama yakın izin kağıdını aldım ağadan o binaya geldiğimde zabitler de orayı terk ediyorlardı. Son anda yetişip kağıdı Enver Paşa’ya uzattım. O cebinden Osmanlı sarı lirası çıkardı, orada olanlara verdi ve onlardan bir miktar Rus parası alıp bana verdi. Ayrıca birkaç da Osmanlı lirası verdi.
-“Bunları çok darda kalmadıkça harcama” dedi, beni orada bir zabite teslim etti.
-“Bunu limana götür, gemiye bindir İstanbul’a gönder” dedi. Oradan ayrılırken elini öpmek istedim, buna müsaade etmedi. Beni o zabit bir köhne gemiye bindirdi, onlara bir şeyler söyleyip oradan ayrıldı. Karadeniz çok hırçın, zaman kışa dönüyor, gemi hurda. Tam iki ayda ancak İstanbul’a indim. Çünkü her yanaştığımız limanda bazen günlerce kaldığımız oluyordu. İstanbul’a geldiğimde cebimde bir sarılira kalmamıştı. Allah’tan İstanbul’da köylülerimiz vardı, onlardan harçlık alıp 7/8 sene sonra köyümüze geldim.”
-“Rabbime şükürler olsun, Allah’ın öldürmediğini kimse öldüremez diyordu.” Merhum Şakir Emmi” 28 Ocak 1974’te 82 yaşında vefat etti. Allah rahmet eylesin.