Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfının 1989 yılında ilk defa Hz Peygamberin doğumunu içine alan haftayı Kutlu Doğum Haftası ilan etmesiyle başlayan bu hafta içerisinde Peygamberimizi anma ve anlamaya dönük sempozyumlar, paneller, konferanslar ve birçok etkinliklerle ülke insanın gündemine Peygamberimizin ortaya koyduğu güzellikler taşınarak Hz. Peygamber sevgisinin yüreklerde daha da kökleşmesi sağlanmaktadır. Bu anlamda yalnızca Diyanetin değil, Milli Eğitim camiasının ve hatta sivil toplum kuruluşlarının da bu haftayı idrak etme adına bir takım etkinlikler hazırlamış olması, milletimizin bu haftayı benimsediği ve onayladığı görülmektedir. Son yıllarda Hz. Peygamberin farklı bir yönünün ele alınıp ön plana çıkarılmasıyla toplumda daha çok eksikliğinin hissedildiği bir konunun işlenmesi gerçekten çok önemlidir. Çünkü Peygamberimizin doğum haftasını kutlamaktan ziyade O'nun getirdiği mesajları ihya etmek vardır bizim kültürümüzde. Dolayısıyla her yıl aynı konunun görüşülüp tekrarı yerine hayatımızdan çekilmiş ve unuttuğumuz bir sünneti tekrar gün yüzüne çıkarıp Peygamberimizin o alandaki örnekliğini hayatımıza ve toplumumuza aktarmak, Peygamber Efendimizi anlama adına yapılan en başarılı bir hizmettir. Zira şekilden ziyade ruh ve hikmet ehemmiyet taşır bizim düşüncemizde. Bu meyanda 2015 yılı Kutlu Doğum Haftası gündem konusu da "Hz Peygamber ve Birlikte Yaşama Ahlâkı"dır. Birlikte yaşama kültürü ve ahlâkı sadece İslâm dünyasının değil, tüm dünya insanının ihtiyaç duyduğu önemli bir konudur.  Bilim ve teknoloji ve iletişimde kaydedilen gelişmeler neticesinde dünyamız kocaman bir köy haline gelmiştir. Bilgiye ulaşma son derece kolay hale geldiği halde dünyamızda bir türlü barış, hoşgörü ve sevginin egemen olduğu bir dünyaya uyanabilmiş değiliz. İnsanların iş, ticaret, eğitim ve değişik nedenlerle başlayan göçleri neticesinde farklı inanca, düşüncelere ve kültüre sahip olanlar bir arada yaşamaya başlamışlardır. Dolayısıyla bu farklılıklar arası etkileşim büyük hız kazanmış, birlikte yaşama ahlâkı daha da önem kazanmıştır.

Haklının değil güçlünün egemen olduğu, hoşgörünün görünmediği, ötekileştirme ve dışlamanın, etnik kimlik düşmanlığı ve soykırımın kasıp kavurduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tüm dünya İslâm'ın hayalden öte, pratiğiyle ortaya koyduğu birlikte yaşama kültürünün en güzel örneklerine ne kadar da muhtaçtır. Mazisinde köle ticareti olmayan, tarihinde Haçlı Seferleri bulunmayan, geçmişinde sömürgeleştirme görünmeyen, her düşünceden insanın özgürce yaşadığı bir kültürün ve medeniyetin çocuklarıyız. Bizim düşünce dünyamızda dinlerini yaymak için arka planda ülkeleri sömürgeleştirme fikrine sahip olan masum görünümlü emperyal din adamları misyonerler bulunmamıştır.  Bizim düşüncemizde "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" (Hâkim,II,15) hadisi esas alınmıştır. Mazlumlara dini sorulmadan yardıma koşulmuş, açlar doyurulmuş, kimsesizlerin elinden tutulmuştur.

İslâm'ın egemen olduğu dönemlerde nasıl ki bir Müslüman'ın canı, malı, kanı, dokunulmaz ise bir Yahudi ve Hristiyan'ın da aynı şekilde malı, canı, kanı, dokunulmaz kabul edilmiştir. İslâm'ın ilk yıllarında Hz. Peygamber döneminde Medine İslâm Devletinin dünyanın ilk yazılı anayasası "Medine Vesikası"nda bireylerin temel hak ve hürriyetleri yasal güvence altına alındı. Peygamberimizin Medine'de hayata geçirdiği çok inançlı ve kültürlü toplumun barış, huzur ve hoşgörü içerisinde yaşamış hayat tecrübesi, daha sonra gelecek Müslümanların inşa edeceği sevgi, şefkat ve merhamet medeniyetlerinin temel taşları olacaktı.

Şu an dünyanın birçok yerinde yaşanan sıkıntı ve problemlerin temelinde sevgi şefkat, merhamet yoksunluğu vardır.  "Dinde zorlama yoktur.”(Bakara 256) ayetiyle İslam'daki din hürriyetini görüyoruz. Yani Rabbimiz İnsanoğlunu yoktan var edip, rızkını verdiği halde onu kendi dinine girmesi noktasında zorlamamıştır. Ancak inkâr ettiği takdirde gideceği cehennem ateşiyle de uyarmayı ihmal etmemiştir. Farklı düşünce ve inançlara tahammülsüzlük, ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme,  modern dünyanın sinsi hastalığı haline gelmiştir. Bu hastalıklar ancak İslâm'ın özünde var olan hoşgörü, şefkat ve merhamet temelinde çözüme kavuşabilir. Çünkü dinimiz her ırkı ve dili Allah'ın varlığının delillerinden yani O'nun mucizelerinden kabul etmiştir. "Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır." (Rum,22) ayeti bizlere farklı dili kullanan, rengi değişik insanlar gördüğümüz zaman Rabbimizin yüce kudretinin nelere malik olabileceğini düşünmemiz gerektiği hatırlatılıyor. Bizler yüzyıllar boyu bu topraklarda Mevlâna'ların Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş Velilerin, Hacı Bayram Veli'lerin gönül dünyalarından süzülüp gelen o engin hoşgörü ve insan sevgisiyle dolu bir medeniyeti Anadolu'da inşa etmiş insanların evlatları olarak yine bu topraklarda barışı, sevgiyi ve şefkati diriltmek için çalışmak zorundayız. Hz. Peygamberin doğumunu idrak ettiğimiz şu günlerde eğer O'nun getirdiği mesajları anlamak için bir derdimiz ve kaygımız varsa bu toplum hâlâ tüm insanlığın umudu olmaya devam edecektir.