Taşlık tarlara nohut ekerdik. Kış vakti bize katık olsun ya da oyalanalım diye annem nohudu küle gömer, 5-10 dakika sonra onu eleyerek önümüze koyardı. Biz o nohutları hiç görmemiş gibi “kütür kütür” yerdik. Ayrıca uzun kış gecelerinde bazı oyunlarımız olurdu. Kibrit oyunu, hâkim savcı oynardık. Kibriti tahta bir zeminin üzerinde atar, dik gelirse hâkim veya savcı oluruz. Yan tarafları gelirse bekçi oluruz.  Düz tarafı gelenler hırsız olurdu. Kime hırsız tarafı denk gelirse hâkim karar verir, farzı mahal “5 değnek vur “der. Acımasız olanlar değnekle vurur, biraz merhametli olanlar bir havlunun kenarını düğüm yapar, ıslatıp da vurur, bizim gibi çömez olanlar da mendille vururdu. Amcamın evi ile evimiz sırt sırta idi Biz genel de onların çocuklarıyla oynardık.

Bir de mahallede komşu çocukların daha doğrusu gençlerin oynadığı bir oyun vardı. O oyuna SAYA derlerdi. Ben “saya”yı pek hatırlayamıyorum.  Köyümüz ve “saya” oyunu hakkında en güzel bilgileri bizlere Emekli Öğretmen Ali Çataltaş vermektedir.

 “Geçmişi ile Fariske Tarihi” adıyla bir kitap kaleme alan Ali Çataltaş, Türk kültür ve folklorünün en kapsamlı örneklerini vermektedir. Göktepe Belediyesi Kültür Yay. 2007 tarihinde basılmış olan kitapta köyün tarihçesi, köyü kuran aileler, köydeki yaşam, giyim kuşam, örf adet ve gelenekler, oyunlar, eğlenceler, festivaller, uğurlu sayılan ağaçlar, dereler ve olaylar, efsaneler v.s yer almaktadır. Ali Çataltaş, pek çok yörede benzerleri oynanan “saya” oyununu şöyle anlatmaktadır: “!Zemheri kış aylarının adıdır. Aralığın on ikisinde başlar ve elli beş gün sürerdi. Zemherinin on sekizinden yirmi sekizine kadar süren on gün zemherinin en şiddetli günleri olduğu söylenir. Zemherinin en şiddetli olduğu on gün içinde davar çobanları, köyün delikanlıları ve çocuklar bir araya gelerek saya diye bir oyun oynarlardı. Bir veya iki kişi ellerinin üzerine eğilirler, öndeki eline kazma veya balta alırdı. Eğilenlerin üzerine bir kilim örtülürdü. Öndekini elindeki kazma veya balta devenin boynuna benzetilirdi. Devenin boynuna çanlar takılırdı. Devenin bir sahibi olur, yuları sahibinin elinde bulunurdu. Deve sahibi ve yanındakiler ev ev dolaşır, kapısı dövülürdü. “ Sayacı geldi duydunuz mu, selam verdi aldınız mı?” derlerdi. Ev sahibi içeriye buyur ederdi. Deve sahibi, elindeki davulu çalarak deve ve devenin yanında bulunan Arap'ı oynatırdı. Ev sahipleri oyunu seyrederken deve hastalanıp yatıverirdi. Deve sahibi ev sahibine, “ Deveme nazarın erdi, yağ ver, katran (pekmez) ver, süreyim de iyileşsin.” derdi. Ev sahibi biraz yağ, biraz pekmez, un, bulgur, mısır, nohut, ceviz, kuru üzüm, elinden ne koparsa verirdi. Bunlar deve sahibinin yanında ayrı ayrı kapları olan kişilerin kaplarına konurdu. Ev sahibi bir şeyler verdikten sonra deve hemen iyileşirdi. Ev sahibine bir de ayrılış ve memnun olma oyunu oynayıverirlerdi. Davar sahiplerinin kışı iyi geçirmesi için sayacılara verdikleri şeyler, davarlarının sadakası olarak düşünülürdü. Sayacılara bir şey verilmezse davarlarına uğursuzluk geleceğine inanılırdı. Bunun için davar sahipleri, sayacıları ve çobanları gücendirmez, onları memnun etmeye çalışırlardı. Saya oyununda toplanan malzemeler akşamları helva, kadayıf, ocak kömbesi yapılarak, pilav ve gölle pişirilerek yenirdi.” (s.88-89)

3. sınıfın ikinci yarısında büyük şehrin imkânlarından daha fazla yararlanmak, iyi bir eğitim görmek arzusuyla Konya'ya taşındık. Ailem ilkokul mezunu insanlardı; fakat ileri görüşlü insanlardı. Bizlere rahat bir gelecek hazırlamak için tırnaklarıyla kazıdığı, taşı balyozla kırarak tarla yaptıkları topraklarını terk ederek hiç tanımadıkları diyarlara, kendileri “dağlı” diye hitap ederek aşağıladıkları bir toplumun içine karıştılar. Açıkçası Konya'nın yerlileri tarafından çok dışlandık. İlk zamanlar bize bir iki komşumuz hariç selam dahi vermiyorlardı. Annemin dayısı bizden 10 yıl kadar önce Konya-Saraçoğlu'na yerleşmiş. Anneannesi vefat ettiği zaman cenaze nazmını dahi camide kıldırmamışlar, köyün mezarlığında kılmışlar. Bu hikâyeyi, rahmetli büyük dayım anneme anlatırken dinlemiştim.

Konya'da ne Konyalı olabildik ne de Ermenekli. İkisi arasında bir yaşam sürdük.  Annem babamdan Allah razı olsun, bizi m her birimizi bin bir zahmetle okuttu ve meslek sahibi yaptık. Okurken en büyük engel “Kız çocuğunu okutup da ne yapacaksın. İlkokulu bitirince iki yıl terziye gönder, iki yılda Kur'an Kursuna, ondan sonra da kocaya ver gitsin!” diyenlerdi. Sonradan bizim önümüze set çeken herkes kız çocuklarını okuttu. Allah herkese akıl fikir versin. Hata işleyenleri de tez zamanda doğru yöne döndürsün. Amin.

NOT: Bu hafta sonu Cumartesi günü Türk Ocakları Konya Şubesinde Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Yıldız, Dilde Tutuculuk konusunu anlatacak.