Son zamanlarda nerede otursam hep aynı konuşma ile karşı karşıya kalıyorum. Herkesin dilinde bir ‘okumuş cahiller’ sıfatı. Şöyle bir söyleyince kulağa pek de hoş gelmiyor değil mi ? Okumuş cahil olur mu diyoruz, demek ki olabiliyor.

Eskiden herkes okuyamazdı.

Bu yüzden okuyanlar çok bilgili, çok donanımlı ve saygı görülen kişiler olarak hayatımızda yer alırdı. Şimdinin okumuşları sanki o günlerin okumamışları. Dedelerimizin ninelerimizin söyledikleri sizin de kulaklarınızda çınlıyor olmalı. Derlerdi ki okumak herkesin boynunun borcu değil, hakkını verenler okumalı. Zira memlekete işçi de lazım, hizmetçi de çiftçi de.

Nitelik kalmadı azizim, nitelik. Gerek artan üniversitelerin sayısından, gerek herkesin ‘Yeter ki okusun, ne olursa olsun.’ algısından.. Tabii bir de oluşan gelecek kaygısından.

Ne demek bu gelecek kaygısı ?

Şu cümleleri çok duymuşsunuzdur:

* Sırtını devlete yaslarsan rahatlarsın.

* İşletme de neymiş, bu devirde doktor olursan ancak kurtulursun.  (İşletme sadece bir örnek, artık son zamanlarda Hukuk dahi bitti diyen ebeveynlerle karşılaşıyorum. Elbette ki onlara katılmıyorum. Biten bölüm değil, biten veya oluşamayan azmin eseri tüm bunlar. )

* Tıp veya Hukuk kazanamadıktan sonra hiç okuma daha iyi! (Gencin hayali ise farklı bir bölüm. Şimdi o psikolojiyi siz düşünün.)

Artan teknolojideki kolaylığın sapladığı araştırma körelmesi mi oldu bizi bitiren ?

Diyorlar ki Türkiye binde bir okuma oranıyla araştırma yapılan 180 ülke arasında 140. sırada yer alıyor. Bunu ben değil, UNESCO ve TUİK söylüyor. Özellikle Z kuşağının kapılıp gittiği internet medyacılığı da bu sonuçların tezahür etmesinde büyük bir rol oynuyor.

Sosyal medya okumayı da unutturdu.

Şimdi bu satırları okuyan bir kesim diyecek ki kitap maliyetleri çok fazla. İstesek dahi okuyamıyoruz. Üzülerek söylüyorum ki buna verecek yanıtım yok. Bir kitabı yıllar sonra kitaplıktan alıp açtığında ve altını çizdiği o cümleleri gördüğünde oluşan huzur. Aidiyet, aitlik duygusu. En çok da kitapseverler bilir bu duyguyu. Ancak kitaplar sahiplenilecek bir şey olmayabilir. Sahip olma duygusu belki de bizim elimizde olmadan önümüzde bir ket vuruyor. Kendime almayacaksam, kütüphanelerden alıp da hiç okuyamam !? Bu da ne yazık ki uzaklaşmaya bir adım; kitaplardan, eğitimden, ilimden ve bilimden.

Bu sadece okuma oranının azalması değil, fikirlerin kısırlaşması.

Okuma oranı azaldıkça, belirgin olan birkaç düşünce etrafında kendisine yer bulma mecburiyeti hisseden bir kitle ile karşı karşıya bulunuyoruz. Günümüz, konuşan birkaç kişinin etrafında yoğunlaşma ile oluşan insan yığınlarından ibaret. Oysa ki bizim kendi düşünceleri etrafında şekillenen yeni beyinler üretmeye ihtiyacımız var.

Herkes bir şeylerin peşinde.

Peki biz neyin peşindeyiz ? Kimin kalabalıklığında kendimize ev bulmaya çalışıyoruz? Sağlamlığını sorgulamadan sığınmaya çalıştığımızın evlerin ne kadar güvenli olduğundan haberdar mıyız ? Öyle bir noktaya geldik ki artık sorgulamadan kabul ediyoruz. Biz aslında bence birey olamıyoruz. Çünkü bu kolay erişilebilirlik öznelliğin artmasına da, gerçeğe ulaşmaya da bir ket vurdu. Evrensel doğrular pek çok yancı doğrucukların arkasında kaldı. Sosyal medyada -benim de takip ettiğim- çok takipçisi olan bir sayfanın 1 Nisan şakası herkesin yüreğini ağzına getirdi ama kimse de sorgulamadı. Demiş ki, üniversitelerde devam zorunluluğu kaldırıldı. Kısa süreliğine de olsa ben bile kandım diyebilirim.  Bu tam olarak ne oluyor, ittiba etmek mi?

Şimdi arkanıza yaslanın ve bu satırlardan ne çıkardığınızı bir kez daha düşünün. Ne kadarını öğrenebildiniz ? Ne kadarını sorgulayarak hatta ne kadarını sorgulamadan kabul ettiniz ? Yazının amacı tam olarak vereceğiniz bu cevapta saklı.