Bizim yetiştiğimiz gelenekte bir tabir vardır. “Görev istenmez, görev verilir” diye. Hele hele bu bir kamu görevi ise işin hassasiyeti, sorumluluğu daha farklıdır.

Sanki ateşten gömlek giymek gibidir. Onun için mütedeyyin kesimde bu çok ağırlıklı bir görüştür. Çünkü bu görevden dolayı ahirette bir hesap vermek vardır. Kamu hukuku açısından ağırlık sorumluluk vardır. Bu sebeple ihtiyatlı davranılırdı.

Kamusal nitelikteki hizmetlerin sunulmasında devletin en büyük ve en önemli örgütsel yapısını oluşturan kamu yönetiminin etkin ve verimli bir şekilde işlemesi hem vatandaş ihtiyaçlarının giderilmesinde hem de genel manada devletin sunmuş olduğu hizmetlerde başarı oranının yükselmesinde oldukça etkilidir.

Kamu yönetiminin, varlık nedeni doğrultusunda faaliyet göstermesi ve kendisinden beklenen amaçlara ulaşabilmesi gerekmektedir.

 Kamu yönetiminin amacı doğrultusunda faaliyet göstermesi onun mümkün mertebe sorunsuz bir şekilde işlemesi ile yakından ilişkilidir.

Sorunsuz ve başarılı bir yönetim için ise adalet ve liyakat kavramları önem kazanmaktadır. Genel anlamda her insana hak ettiğinin verilmesini ifade eden adalet, herkesin yeteneklerine uygun olan işle meşgul olmasını ifade eden liyakati gerekli kılmaktadır.

Adaletin en güzel tezahürlerinden biri olan liyakatin kamu yönetiminde uygulanması, kamu yönetiminin en önemli unsuru olan ‘insan’ unsurundan verim elde edilmesini ve yönetimin başarılı olmasını sağlamaktadır.

***

Yusuf Süresi, Kuran-ı Kerimdeki sıralamada on ikinci, iniş sırasına göre elli üçüncü süredir. Mekke döneminde inmiştir. 111 ayettir. Bu sürede Yusuf Peygamberin hayatta karşılaştığı sıkıntılar ve bunlara sabrederek nasıl başarıya ulaştığı anlatılmakta ve inananlar için faydalı öğütler, önemli mesajlar verilmektedir. Kur’an’da baştan sona kadar bir tek konuyu anlatan tek süre budur.

Yusuf peygamber haksız bir şekilde iftiraya uğrayarak zindana atıldıktan sonra, fırsat doğduğu halde zindandan kurtulmak için acele etmemiş, suçsuzluğu kesin olarak ortaya çıkıncaya kadar sabretmişti.

Onun bu temkinli ve metanetli hali Mısır kralının dikkatini çekti. Yaptığı tahkikat neticesinde Yusuf’un günahtan uzak, güvenilir, sabırlı, metanetli ve faziletli bir insan olduğu güneş gibi ortaya çıkmıştı. Nezdinde onun değeri daha da büyüdü.

Daha önce rüyasını tabir etmesi üzerine onu sadece görmek için çağırmışken, şimdi onu kendisine yakın özel bir danışman yapmak, devlet idaresinde kendisine mühim bir makam vermek üzere davet etti.

Hz. Yusuf bu kez daveti kabul edip kralın yanına geldi. Kral onunla bazı meseleler üzerine konuştu. Böylece o, hem Yusuf’u hem de onun konuşmasını görmüş oldu.

Hz. Yusuf’un ne kadar olgun, ileri görüşlü, mümtaz bir şahsiyet olduğu hususunda gıyabında yaptığı tespitler ve edindiği intibalar doğruydu. Hemen ona, bu günden itibaren katında büyük bir mevki sahibi, yetkili, her hususta güvenilir, itimat ve itibar edilir bir kişi olduğunu söyledi.

Kralın bu derece iltifat, itimat ve güvenini kazanan Hz. Yusuf, devletin idaresinde kendisine olan zaruri ihtiyacı dikkate alarak: “Beni ülkenin hazinelerinden sorumlu yap. Bütün Mısır ülkesinin hazinelerinin idaresini, gelir giderini takip etme vazifesini bana ver. Çünkü ben onları iyi muhafaza eder, hakkı hukuku gözetir, onları hak etmeyenlerin çarçur etmesinden korurum. Maliye idaresini de çok iyi bilirim” dedi.

Hz. Yusuf’un bu davranışından, herhangi bir alanda mütehassıs olan kimsenin, umumun menfaati için, devlet yönetiminden vazife istemesinin yerinde bir hareket olduğu anlaşılır.

Ancak Allah Resulü (S.A.V), liyakatli olmayanların idari bir vazife talep etmelerini muvafık görmediği gibi, liyakatli olsa bile, mecburiyet olmadığı sürece, böyle bir talepte bulunmamayı tavsiye etmektedir. Nitekim kendisinden idari vazife isteyenlere: “Vallahi biz bu işe ne onu isteyen birini ne de ona hırs gösteren birini tayin ederiz” buyurarak onların isteklerini reddetmiştir.

Yine idari vazife isteme­mesini tavsiye ettiği bir sahabeye de: “İstediğin için vazife sana verilirse onunla baş başa kalırsın; istemeden sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün!” buyurmuştur.

Yusuf Süresi 55.ayette “(Yusuf) demişti ki: “Beni ülke hazinelerine (maliye bakanlığına) yetkili tayin et. Şüphesiz ki ben, koruyup gözetecek ve bu işi bilen biriyim.”

Yukarıda ayeti kerimeden de anlaşılacağı gibi, işin ehli olanların, kabiliyetli ve dirayetli olanların göreve talip olmaları hem İslami ve hem de insani bir görevdir.

Ama herkes kendisini, bilgisini tartarak ve ölçerek ihtiyatlı olmak durumundadır.

Adalet mi Adavet mi?

Adâlet insanlık tarihi boyunca bütün semavî dinlerin ve düşünce geleneklerinin metafizikten ahlâka siyasetten hukuka kadar ilke ve kurallarını belirleyen en temel kavramdır.

Bu kavram her ne kadar modern dönemlerde yaygın bir şekilde hukuk ve siyaset terminolojisi ile ilişkilendirilerek kullanılsa da felsefî altyapısıyla düşünüldüğünde bireysel ve sosyal hayattan varlıktaki eşsiz denge ve düzene kadar mana zenginliğini bünyesinde barındıran yelpazesi geniş bir kavramdır.

Bütün erdemlerin belirleyicisi olan yüksek bir ahlâkî erdem, bireyin ve içinde bulunduğu toplumun düzeni, tesisi ve devamı için en gerekli unsur, yetkinliğin kazanılmasını sağlayan temel erdem şeklinde tanımlanabilir.

Ahlâktan hukuka, siyasetten ekonomiye hayatın bütün alanlarını ilkeleriyle belirleyen kilit bir role sahip olan ve bireyin diğerleriyle, toplumla ve hatta devletle ilişkilerinin çerçevesini çizme noktasında anahtar bir kavram olan adâletin gerekliliği tartışılmaz bir gerçekliktir.

Ancak adâletin kime ne şekilde uygulanacağı, toplumda nasıl tesis edileceği gibi uygulamaya yönelik hususlarda tarih tecrübesinin şahitliğiyle çok farklı yaklaşımların olduğu da bir gerçektir.

Mekke’nin fethinden sonra,  Peygamberimiz (SAV) yıllar önce bir gece yarısı terk etmek zorunda kaldığı Mekke’ye geri dönmüştü. Efendimiz (SAV), Kâbe’nin yanına vardığında Kâbe’nin anahtarlarını istedi. 

Yıllardır Kâbe’nin hizmeti ile Osman Bin Talha’nın ailesi ilgileniyordu. Kâbe’nin Anahtarları Osman b. Talha’da idi ve o henüz Müslüman olmamıştı. Osman önce anahtarları vermek istemedi. Anahtarlar ondan alındı.

Peygamberimiz Kâbe’nin anahtarlarını muhafaza etme şerefini, bu konuda çok istekli olan amcası Hz. Abbas (RA)’a vermek istemişti. Anahtarı alma konusunda Hz. Ali (RA) de istekliler arasında idi. Ancak konuyla ilgili ayet (Nisa Süresi 58: Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor. Böylece Allah size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle görendir)  indi ve anahtarlar, o zamana kadar bu kutlu görevi lâyıkıyla yerine getiren Osman’a verildi. Peygamberimiz Osman’ı çağırıp, bugün vefa iyilik günüdür buyurmuş, inen ayeti okuyarak anahtarı ona vermiştir.

Müşrikte olsa, gayrimüslimde olsa emaneti ehline vermek, bu hususta adil olmak İslam’ın emri, efendimizin sünnetidir. Adalet ile Adevet (düşmanlık) bir arada yürümez. Son söz Abdürrahim Karakoç abiden: 

“Adaletle adavet yan yana yürümez ki
Adavet çürür amma, adalet çürümez ki
Adavet hırstan doğar, gözü kör, vicdanı kör
Adalet ayaklara ip takıp sürümez ki...”

Baki selamlar.