Kovanağzı’nın önemli bir kısmı kış aylarını şehir evlerinde geçirip yaz aylarında bağ evlerine yerleşen ailelerden müteşekkildi. Kalan araziye ise buğday, pancar, nohut gibi tarım ürünleri ekilirdi. Bilhassa Selbasan Çayı havzası, taşkınlardan da istifade etmek maksadıyla olsa gerek,  nohut tarlası, Harmancık yakası da Harman yeri idi. Bahar aylarında bağ belleme, bostan ekme gibi işlerle hareketlilik kazanan bağ evleri güz geldiğinde bizim gibi dağlıların yabancısı olduğu bir telaşa bürünürdü. Pekmezini kaynatıp, bostan mahsulünden kışlık kurutmalıklarını hazırlayanlar rahat bir kış mevsimi geçirmek üzere şehir evlerinin yolunu tutarken biz, şehir evine meyletmeyen bazı bağ sahipleriyle beraber mahallenin adeta daimi bekçileriydik. İlk yıllarda evlerimizde çeşme ve elektrik, yolumuzda asfalt ve dahi kanalizasyon şebekesi yoktu.

**

Muhitimizin giriş kapısı sayılan Taşkıran Sokak’ın başındaki iki evde Cavit ve Ali Kaplan amcalar otururdu. Yan taraflarındaki çukurluk yer yani boş arsa çoğu zaman futbol sahamız olur, kıran kırana maçlar oynardık. Bu yörede Mustafa Tezcan, Selahattin Özcan ve Abdullah İyitaşçılar gibi isimler, şimdi aklıma gelenler olarak başlıca arkadaşlarımızdı.

Teyzesi Zeynep Hanım ve bir dönem muhtarlığa da aday olup kazanamayan eniştesi Cavit Özel ağabeylere sıkça misafirliğe gelen “Osman Aşkın” adlı bir arkadaşımız da vardı. Evin oğulları Mehmet ve Süleyman akran üstü olduklarından bizim ortamlara pek uğramazlar ama dost canlısı insanlardı. Osman’ın bütün dikkatleri celbeden iki özelliğinden birisi ikinci adının “Aşkın” olmasıydı. Taze dimağlarda bu sözcük “aşk” ifadesini çağrıştırdığından Osman, ikinci ismini garipseyenlere bu sözcüğün anlamını öğretmek zorunda kalırdı. Havzan’dan gelip gittiği gıcır bir de Pejo marka bisikleti vardı ki mahallenin çocukları gözlerini o bisikletten yani “velespitten” alamazdı. Osman Aşkın temasımızın kesildiği uzun zaman içinde velespitten Türk Hava Yollarında başmüfettişliğe terfi etmiş. Çocukluğunda velespitiyle yerde uçuyordu şimdi uçaklarla göklerde.

Taşkıran Sokak’ın içinde bir de çıkmaz sokak vardı ve buradaki sağlı sollu evler, aşireti andıran yapıya sahip İyitaşçılar ailesine aitti. Yol kenarındaki iğde ağaçlarının gölgesine istiflenmiş mermer ve sille taşları olur, gerek Nuri amca gerekse avaneleri sipariş aldıkça bunları mezar taşı olarak yontar, üzerine merhumun bilgilerini çekiç ve keski marifetiyle nakşederdi. Mahallenin sessizliğe gömüldüğü kimi zamanlar çınlayan çekiç sesi beş altı sokak öteden duyulur, bir mezara daha taş işlenmekte olduğunun haberini verirdi. Müfreze halinde gezen ve gelip geçenin üzerine, ardına yürümeleriyle korku veren kazlardan başka sahibini bekleyen mezar taşları da sokağa ayrı bir ürküntü ya da kimine göre de uhreviyat verirdi.

Karalılar Caddesi ile Biga Sokak’ın kesiştiği köşede Habip ağanın bağı vardı. Sille taşından yaptırdığı iki katlı evinin önüne, hayvanlarını ve avarlarını sulamak için koca bir havuz kondurmuştu. Kim bilir kaç asrı deviren yaşlı pelit ağacında oynaşan sincaplar, mahallede insan yoğunluğu artınca başka diyarlara göç etti. İlk hanımı Ayşe ablanın bahçenin öteki ucundan günde belki elli defa “Filiiiz, Aliii” diye ünlemesi halâ kulaklarımdadır. Çok yaşamadı, bir gün salası verildi. Bahçenin yola cephe iki yanına tuğla duvar ören Habip ağa, diğer bahçelerle arasını dikenli tellerle çevirdi. Fakat kırmızı ve sarı kirazların cezbesine kapılan mahalle çocukları sürüngen marifetiyle, tel örgülerin arasından girip çıkacak kadar oyuklar açmayı becermişti. Efil efil esen rüzgârla kıpraşan yaprakların el edercesine çocukları kiraz yemeye davet ettiği bir gün Habip ağa manzarayı fark etmiş “Üleyynnn” diye ünleyerek sabotaj mahalline doğru yürümüştü. Sesin ürettiği korkuyla herkes kaçışırken ben tel örgü dışında olduğum yerde oturup onu gelmesini bekledim. Yaklaşırken fötr şapkasını çıkarıp gözlerini kıstı ve “Anaa, sen misin hocanın oğlu?” diye sordu. Bu defa gidenleri gösterip “Onlar niye kaçtı ya?” diye sordu, bir yandan da daldan kiraz topluyordu. “Öyle bir bağırdın ki, dövmeye geliyorsun sanıp kaçıştılar” dedim. Kopardığı kirazları tel örgünün arasından önüme koyarken yere çuğdu. Bilirsiniz değil mi çuğmayı? “Yere gelişi güzel oturmak” demektir. “Kızmam, dövmem amma, bir dalın kırıldığını gördüm mü cinler tepeme üşüyor” dedi. “Yiyene kızma, çünkü seninle gidecek olan başkalarının yediğidir” dediğimde, benden beklemediği sözler sarf etmiş olmalıydım ki çehresinde hayret ifadeleri gezindi, “ağnamadım” diyerek açıklama bekledi. “Ağaç burada kalır ama yiyenlerden kazandığın sevap seninle gider” dediğimde önce yüzünde güller açtı sonra, kaçan çocukları kiraz yemeye çağırdı. Ağa ile aramızda sulh sadır olmuştu. Çocuklar canları istediğinde, ağaçlara zarar vermemek şartıyla dilediklerince kiraz yiyebileceklerdi.

Yolun karşısındaki Devecilerin bağında da can erikler baharla birlikte çağlaya dururdu ki hem gök iken hem de kızardığında çok leziz olurdu. Nefsine yenilen çocukların kerpiç duvara tırmanmalarıyla erik ağacının hizasında ciddi bir yıpranma ve alçalma da olmuştu.

Gelelim mübarek aşımız etliekmek mevzusuna…

Öyle ya başlığı okuyan okurumuzun “Girizgâh fazla uzun oldu ey yazar, giriver artık şu etliekmek konusuna” dediklerini hassaten duyar gibiyim…

Efendim, mahrumiyet seviyesi yüksek olan mahallemizde etliekmek fırını da yoktu. Taş ustası Nuri ağa aynı zamanda fırın da inşa ediyormuş ve bir gün duvarında, “Kul çıkmaz sokak” yazan çıkmaz sokağın Taşkıran cephesine bir etliekmek fırını açınca mahalleli adeta bayram etti. Fakat fırında çalışan ustalar müşterilerinden pek memnun olmuyordu. Çünkü etliekmek, peynir, patates, ıspanak böreği gibi harçlardan başka tuhaf karışımlar da geliyor, usta bundan rahatsızlık duyuyordu. Belki bundan, belki başka sebeplerle fırına usta dayanmayınca, iş ailenin genci Abdullah’a kalıyordu. Mutat olarak okula giden ve taş yontma işine yardım eden Abdullah için üçüncü meşgale diğerlerinden daha ağır olmalıydı ki bir gün fırına kilit vurdular. Fırının kapanması müşteriler için kötü olsa da, her hafta oynanan mahalle maçlarına Abdullah’ın da katılmasını sağlaması açısından bize faydalı olmuştu. Zira o ister savunmada ister forvet hattında olsun; oyunu Hugo Sanchez gibi röveşatalar yaparak süsleyecek yeteneğe sahipti ve seyircinin isteği üzerine bu hareketi yapacak kadar cömertti.

Aynı yıllarda Kovanağzı Caddesinin Alpaslan İlkokulu kavşağına Altınekinli Mehmet Kamacı etliekmek fırını açtı. Burası bizim muhite epeyce uzaktı ama gülle ağırlığındaki çanta ile okula gelip gidebildiğimize göre pekâlâ etliekmek tepsisini de götürüp getirebilirdik. Fakat civarda başka fırın olmayınca epeyce sıra beklemek zorunda kalırdık. Konya’da fırınların pek çoğu kayıt dışı çalışıyor olmalıydı ki 1980 yılında açılan bu fırın, Fırıncılar Odasına 16 numara ile kaydedilmiş ve günümüzde ikinci kuşak tarafından halen hizmetini sürdürüyor.

Sonraki yıllarda Hakkı Uçar, Ali Taşoluk Camisine ait dükkânlardan birini kiralayıp etliekmekçi olarak hizmet vermeye başlayınca mahalle halkı meşakkatli etliekmek yolculuklarından kurtuldu. Fırınlarda insanlar sadece börek yaptırmakla kalmazdı, ununu getirene ekmek de yapılırdı. Hakkı usta sanatkâr olduğu kadar da hoş sohbet bir insandı ve günün birinde esnaflıktan yorulduğunu söyleyerek dükkânı kapatıp gitti.

Bu yıllarda bizim Şahin Gençlik takımının neşeli ve başarılı bir oyuncusu vardı. Hasırcılar Sokak’ta oturan Bozkırlı bu arkadaşımızın bir de motosikleti vardı ve benzin deposunun üzerinde o yılların meşhur artistin canlandırdığı bir film karakterinin isim yazılıydı. Bundan mütevellit epeyce bir zaman lakap misali bu isimle anılsa da Durmuş Ali ısrarla o kimlikten kurtuldu. Gün ağarmadan fırına gidip simit açan, sonra sabah simit satışına çıkan Durmuş Ali kuşluk uykusundan sonra da Beyhekim’deki fırına gidip etliekmek yapardı. Aynı zamanda iyi de pasta ve börek ustasıydı. Pazar günleri mahalle maçına yetişmek için azami gayret gösterir, geldiğinde alelacele motoru bir kenara bırakıp “Kaptan ben geldim, birin çıkar” diye bağırarak günlük kıyafetiyle sahaya dalardı. Ve o günlerde en büyük hayalini “Bir gün bir etliekmek yapacağım, Konya hayran olacak” diye anlatırdı.

Gel zaman git zaman bizim Durmuş Ali şehrin lüks semtlerinden Havzan’da ilk etliekmek fırınını açtı. Alışılmışın dışında, uzunca yaptığı etliekmeği diğer lokantalarda olduğu gibi tabağa dilimlemiyor, özel tahta üzerinde fırından çıktığı gibi servis ediyordu. Lezzetle beraber bir tarz oluşturmakla kalmamış, etliekmeği restoran kültürüyle de tanıştıran adam olmuştu. O yıllarda berber olmanın yanında Şahin Gençlik’in de kaleciliğini yapan ortanca kardeşi Hidayet ile küçükleri Zeki’de zaman içinde Durmuş Ali’nin işletme ekibine katıldı ve Havzan Etliekmek altı şubesiyle Konya’ya yayıldı. Hâsılı kelâm; ünü ülke sınırları aşan iki metrelik Konya etliekmeğinin evsafında ve şöhretinde Kovanağzı’nın bizim nesil delikanlılarından Durmuş Ali Tülen’in azımsanamayacak katkısı ve hizmeti vardır. Bir zamanlar fırını olmayan mahalleden yetişen bir usta etliekmeğin dünya markası olmasına böyle katkı sağladı.