YÜKSEK ÖĞRETİMDE KALİTE SORUNU VE BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ

Yüksek öğretimde çok ciddî bir kalite sorunumuz var. Bunun en önemli sebebi nitelikli hoca sayısının azlığı.

Çok sayıda fakülte ve yüksekokulun açılması zaten var olan hoca açığını iyice gün yüzüne çıkardı.

Mesele sadece nicelikle ilgili değil. Nitelik problemimiz de hat safhada.

Bölüm açmak için en az üç hocaya ihtiyaç var. Hukuk fakültelerinde ise YÖK, her biri ayrı anabilim dalından olmak şartıyla altı hoca şartı getirdi. Böyle olunca pek çok üniversite, özellikle vakıf üniversiteleri, niteliğine bakmaksızın, hasbelkader doktora yapmış birilerini bulup yardımcı doçentlik kadrolarına atamaya başladılar.

Bunların içinde iyileri kadar, hocalıkla ilgisi olmayanlar da var.

Bu sadece yeni kurulan üniversitelerin problemi değil. Köklü üniversitelerimiz de aynı problemi yaşıyor. Ama hiç kimse ayranım ekşi demiyor.

Bir fakültenin kadrosunda çok sayıda doçentin ya da profesörün olması kaliteyi tek başına arttırmıyor.

Eğer bir profesör uzmanlık alanı ile ilgili olmayan derslere giriyorsa,

Sınıfa girdiğinde bu konuyu ben de sizinle birlikte öğreneceğim diyebiliyorsa,

Kitaptan, ezberden ya da bilgisayardan satır satır okuyorsa,

Hoca yoklama almadığı zaman öğrencinin yüzde doksanı dersi takip etmiyorsa,

Üç saatlik ders güya blok yapılıp 60 dakikada bitiriliyorsa,

Vize öncesi – sonrası; bayram öncesi – sonrası bahaneleriyle dersler yapılmıyorsa,

Öğretim üyesi derslere sık sık asistan gönderiyorsa,

Sınav yapmayı ve ölçme değerlendirmeyi bilmiyorsa (bu listeyi daha fazla uzatmak mümkün),

Ortada ciddî bir kalite sorunu var demektir.

O zaman ne yapmalı?

Naçizane önerim şu:

Biz öğretim üyeleri dersimizi anlatıp sınavlarımızı yapalım.

Tüm derslerini vererek diploma alma aşamasına gelen öğrencileri, Devlet, ilgili fakültenin bütün temel derslerinden Türkiye genelinde yapılan bir bitirme sınavına tâbi tutsun. Ama tamamen objektif olmak kaydıyla!

Başarılı olamayan üç ya da altı ay sonra tekrar şansını denesin.

Ne zaman başarılı olursa o zaman diploma almaya hak kazansın.

Bu uygulamanın örnekleri var.

Peki bu uygulama ne getirecek?

1. Türkiye genelinde yapılan ve ilgili tüm fakültelerin mezunlarının zorunlu olarak katılacağı bu imtihanın sonucunda tek tek fakültelerin başarılarını görmek mümkün olacak.

2. Sadece fakültelerin değil, hocaların başarılılarını da tespit etme imkânımız doğacak.

3. Öğrenciler derslerini ciddiye alacak, hatta hocalarını zorlayacak.

Bu sistemin başarılı olabilmesi için sınavı yapan kurum tarafından fakültelerin ve hocaların başarı grafiklerinin çıkarılıp ilan edilmesi gerekiyor. 

Sonuçlar ilan edildiğinde, öğrenciler tarafından, mezunları ilk girişte başarılı olan fakülteler tercih edilirken diğerleri edilmeyecek.

Böylece öncelikle vakıf üniversiteleri kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalacak. Çünkü kalitesiz hocaları istihdam ettiği müddetçe başarısı düşecek ve kimse onları tercih etmeyecek.

Devlet üniversiteleri de bu uygulamadan nasibini alacak. Başarısız olan hocadan dekan, dekandan rektör, rektörden de YÖK hesap sorabilecek.

Üniversiteler arasında gerçek bir rekabet ortamı doğacak. Çünkü başarıyı ölçmek mümkün hale gelecek.

Özel ilk ve ortaöğretim kurumlarının hatta dershanelerin pek çoğu devlet okullarının önüne geçti.

Neden?

Çünkü bu okullarda başarıyı ölçmek mümkün. Üniversite ya da orta öğretim giriş sınavlarında bu okulların ve dershanelerin ne derece başarılı olduklarını herkes görüyor ve tercihini ona göre yapıyor.

Oysa üniversitelerin başarısını tam olarak ölçen bir sistem mevcut değil.

Bu yüzden her üniversite kendisini “en iyi” olarak görüyor ve ilan ediyor.

Öğrenciler, reklam ve duyumların etkisi altında tercih formlarını dolduruyor.

Ama sonuç tam bir hayal kırıklığı olabiliyor.

Onun için başarıyı doğru bir biçimde ölçecek, ilan edecek, iyi olanı ödüllendirip kötüleri bertaraf edecek rekabetçi bir sistemin kurulması şart.