Serin bir Haziran sabahı perdemi aralayıp davetsizce odama sızan bir güneş ışınının yüzümü okşaması ile güne gözlerimi açtım. Kocaman bir günaydın sundum, günümü aydınlatana… 

Geç kaldığımı hissedip alelacele evden çıktım. Yağmur sonrası temizlenmiş, mis gibi toprak kokusunun semaya yayılıp günümü ferahlattığını hissettim. O gün ağaçlar bile daha mutluydu. Yolların iki yanına sıra sıra dizilmiş bana arkadaşlık ediyorlardı. Bir günaydın da onlara sundum. Dallanıp budaklanan hayallerim aklıma geldi. Seneler birbirini kovalarken, meyve veren hayallerin yerini de yeni filizler alıyordu.

Bugün bir karar aldım. Zaman ayırmalıydım kendime, hayatıma, sevdiklerime… Koştur koştur yaşayıp nereye yetişecektim. Varacağım noktada; en önde ya da en sonda geldi diye bizlere hüküm verilmeyecekti ya sonuçta… Herkes bir mizanda toplanacak ve yaptıklarından hesaba çekilecekti.  

Bunları düşünerek dalgın bir şekilde yolda ilerlemeye başladım. Sabah sabah nereden çıkmıştı bu düşünceler ve onları takip eden kararlar?.. 

Her attığım adım hayattın ufak bir kısmını yiyip kemiren bir canavar gibiydi. Saniyeler, dakikalar geçiyordu. Yine bu yaşamın rutin işlerini icra etmek için yola koyulmuştum.

O anda aklıma sabah düşündüklerim geldi. Tekrar yineledim: “Kendime zaman ayırmalıyım; zaman, zaman, zaman…” Daha çok okumalı, düşünmeli ve yazmalıydım. 

Anneannemin bir sözü geldi, ben söylemiştim sana der gibi karşıma dikildi: “Yaş dediğin küllük başında geçer.”  Hayatın çoğu kısmı boş bir çöplük gibi değil miydi zaten?

Ardından atlı kovalıyor gibi ilerliyordu şu iki bacaklı… Tutabilene zaman olsun! İlerlediği gibi de kalmayıp, bizlerden de onlarca güzel şeyi mazi sayfalarına işleyip alıp götürüyor. Önümüze koyduğumuz ve onun için yaşadığımız, çabaladığımız hedeflerimiz bile bir bir tükeniyor. Yaşam gayemiz hep değişiyor. 

Bugün her zamankinden uzun geldi yollar… Düşünerek bile kendime zaman ayırmayı başarabilmiştim. Kendimle sohbet etmiş, zamanımın minik bir anını tüketmiştim. Buna bile ne kadar çok ihtiyacım olduğunu hissettim. Dudağımın kenarına ufak bir tebessüm yerleşiverdi. Mutlu olmak bu kadar basit şeylerde gizliydi.

Derken yine dünyanın sorumlulukları ile karşı karşıya geldim. Bir anlaşma yapmalıydım onlarla… Bu kadar insafsız düzen olmamalıydı. İki medeni insan gibi el ele tutuşup pazarlık etmeye başladık. Aklımda: “isteklerimden bir nebze dahi vazgeçmemeliyim” diye geçiriyordum. Çok çetrefilli bir anlaşma oldu. Ama yine de pek kazanç sağladığım söylenemez. 

Her zamanki gibi çalışmalıydım. Topluma, aileme, arkadaşlarıma, kültüre, çalıştığım kuruma, eğitim verdiğim çocuklara, vicdanıma, vücuduma, sağlığıma karşı bir sürü sorumlulukları yerine hakkıyla getirmeyi kabul ettim. Peki ya ben? 

Benim bana karşı olan hakkım, isteklerim yine en sona kalmıştı. Elimde avucumda hiçbir şey kalmamıştı bana dair… Ben bendim ama ben benlikten uzaktım. 

Vakit geçmişti bile… Yaş ve zaman kol kola girmiş ritmik bir şekilde ilerliyordu… Eve dönerken sabahki neşemi kaybedip, umutsuzluğa bürünmüş bir kabulleniş halindeydim. En iyisi uyumaktı. Sabah olduğunda bir alarmın yönetiminde uyandırılmayı unutup sadece uyumak…