Sessizlik ile harfler bir sokak lambasının altında oturmuş, ışığın yansımasındaki gölgelerinin yokluğuyla dem vuruyorlardı. Bembeyaz sayfanın satır aralarına gizlenen dünde kalmış umutlarını yâd ediyorlardı.

Ne çok yaşanmışlık gizlenmişti şu doludizgin akıp giden hayatın eteklerine… Kim bilir hangi hengâmeden kaçıyordu hızla uzaklaşan şu arabalar… Herkesin rızkı göklerden ilahî bir güçle kesiliyordu. Lâkin herkes bir yerlere yetişme çabasındaydı. Dünya kime kalmıştı ki?..

Harfler sessizliğe tek tek bir kıssa nakşetmeye başladı. Semâ kâğıt, sokak lambasının ışığı kalem olmuştu. Bu debdebeli yaşamın en yalın hali şebde gizliydi. Gece hasbihâlin demlendiği en koyu lâtife-i rabbâniyeye gebeydi.

“Hz. Süleyman (a.s.) bir gün karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da, 'Bir buğday tanesi yerim' diye cevap verir. Cevabın doğruluğunu kontrol etmek isteyen Hz. Süleyman (a.s.) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi bırakır ve hava alacak şekilde şişeyi kapatır.

Daha sonra bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki; karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Hz. Süleyman (a.s.) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.

Karınca da, "Daha önce benim rızkımı yüce Allah (c.c) verirdi. Ben de O'na güvenerek bir buğday tanesini yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden yarısını bıraktım” der."

Derinlerden gelen bir vaveyla gök kubbeyi ikiye ayıran ani bir ışıltı ile semaya hâkim oldu. Gecede; karanlığa gizlenen, damlalardan oluşmuş hoyrat bir canavar, yerküreye inmek için pamuk kütlelerinden izin bekliyordu. İçinde yeni yetme bir katre de vardı. Bu gürültünün, neyin habercisi olduğundan bihaber kendini hafif bir esintiye bırakmak için hazırlanıyordu.

Bu bir büyüme sancısıydı. Günler bahara gebe; sıcaklığın yakıp, kavurduğu toprak; katreye susamış, terlediğini anımsatan yarıklarla kollarını açmış bekliyordu. Uzaklardan gelen çığlık, kulaklardaki etkisi ile korku filmlerini anımsatsa da bu bir sevinç belirtisiydi. Gök kubbe dünyaya getireceği yavrularına hayat vermek için bekleyen toprak anaya ebe olmaya yetişmek için heyecanlanıyordu.

Davet ya da çağrı bekliyorlarmış gibi, şebe hâkim olan “Allah-u Ekber” nidası ile kendilerini bir bir aşağıya bırakmaya başladı katreler… Toprak ile kavuşan her damla; şifa veriyordu, can katıyordu, hayat oluyordu.  Türüm türüm kokuyordu iyileşen yer küre… Herkesin rızkını ismine göre bahşediyordu ilahî güç… Mikâil’in gözetimindeydi tüm doğa…

Toprak altının ahalisi yuvalarına çekilmiş rızıkların, can suyunun gelişini kutluyordu. Onları gözeten ve unutmayan Tek’in olduğuna tüm kalpleriyle inanıyorlardı. 

Sessizlik ile harfler bir sokak lambasının altında oturmuş, ışığın yansımasındaki damlaların yere düşüşünü izliyorlardı. Harflerin sessizliğe nakşettiği kıssa akıllarına geldi. O yüceler yücesi hiçbir şeyi unutmaz, vakti zamanı gelince gönderirdi. Telaşlanan ve sabırsızlanan yalnızca fanilerdi.

Bu hasletten gelen bir büyüme sancısıydı. Zaman büyütüyordu. Zaman öğretiyordu. Zaman olgunlaştırıyordu.