“Dünya mesela aşağılık yer demek ya da aşağılıkların yaşadığı yer… Gel seninle kelimelere yeni anlamlar katalım. Bulduğumuz anlamlara yeni kelimeler uyduralım. Kelimelere toprak diye basıp geçmeyelim. Düşünelim altında yatan binlerce kefensiz manayı…” (Oğuz Atay)

Ayları düşünelim mesela… Eylül, Ekim, Kasım vs. değil de onların isimlerinin bize neler anlattığını dinleyelim. Kelimeler hamuş mudur ki onlara sağır olalım? Her biri gönül hanemizin bir üyesi…

Takvim yapraklarını bir bir dökerken sırasını bozmadan ömrümüze uğrayıp giden serin sessiz misafirdir baharlar… Yaz; sıcağında yakıp, kavurur. Kış; soğuğunda titretir, dondurur. Yuva gibi her anı içinde barındırır.

Eylül ayı, Anne demek… Adına romanların, şiirlerin, şarkıların yazıldığı o ay, tıpkı Anne gibi dillere destan bir role bürünüyor mevsimler arasında… Güneşin şefkatini hâlâ üzerimizde hissettiğimiz, bizleri sarıp sarmalayan, merhamet yağmurları ile damla damla duasını üzerlerimize yağdıran o ay… Güzeldir Eylül, Anne gibi sıcak.

Ekim ayı, Baba demek… Hafiften soğuğu anımsatır gibi girse de hayatlarımıza, Eylül’ün ardından bizleri kollayarak gelir. Sıcağı da, soğuğu da bilir fakat pek belli etmez kendini… Sert görünür, grisi koyudur. Ama hiç ummadığın anda şefkat ışınlarını sunuverir.    

Kasım ayı, kardeş demek… Kıskançtır Kasım! Sıcakta olmak ister, soğukta… Hepsinden bir parça sahiplenir. Sana ne zaman, ne sunacağını bilemezsin. Fakat yüreciğinin tam orta yerinde sevgisi ile her daim kasımpatılarını yeşertir. 

Aralık ayı?.. Yeni başlangıçlara açılan bir kapı, yenilenen bir sene… Filizlenmesi için toprağa düşen tohumların demlenip, yeşermeyi sabırla beklediği zaman… Aralık belki de eştir insana… Ailenden sonra gelen; soğuğu, sıcağı bilmeden besmele ile adım attığımız bir yuva… Baş göz üzerine…

Ocak peki?.. Evlat! Yuvayı yuva yapan en nadide şey…

Türk Dil Kurumu’na göre, Ocak kelimesinin dördüncü anlamı; “aile, ev” demek. “Kelimelere toprak diye basıp geçmeyelim. Düşünelim altında yatan binlerce kefensiz manayı…” diyen üstadın sözünü yukarıda söylemiştik ya, düşünüyor ve anlamlar yüklüyoruz.

Kim bilir belki konuşurken bile lafz ettiğimiz sözler bizlere kızıyordur. “Onların da canı var. Bazen konuldukları yeri sevmezler, kendilerini belli ederler.” derdi değerli hocam.

Ocak, yani evlat demiştik. İlk başta buz gibi gelse de; baharları, rengârenk çiçekleri, sımsıcak güneşi, envaî çeşit meyveleri bize sunacak olan o eşsiz duygunun timsali. Evladı anlatmak çok zor sanırım. İlk başlarda ne hissettiğini anlamadan bu duyguyu minicik bir bedenle adımlamaya başlıyorsun. Daha sonra gönül toprağına en sağlam köklerini salıyor ve seni tamamen ele geçiriyor. Sevgiyi, merhameti, sabrı, şefkati en uç noktalarda yaşadığın tek duygu. Hayat, evlattan sonra yeniden başlıyor. Senenin ilk ayı gibi…

 Ocak’tan sonra gelen her ay evlattır. Yalnızca farklı duygular eklenir hayata fakat anlam hiç değişmez. Gülümsemesi ile baharlar gelir, Mutluluğu ile sıcacık yaz… Hüznü güz, gözyaşları buz gibi kış… Tarifi çetrefilli, yaşaması muazzam…

Yıllar, aylar, günler geçiyor. Hep aynı isimle anılan zaman dilimleri, hayatımızda gerçekleşen değişiklikler ile anlamlanıyor. Kim bilir, daha hangi farklı yolların, kaldırım taşlarının üzerinde alnımıza yazılmış bambaşka rollere bürüneceğiz. Yaşayıp, göreceğiz.