Bir demli muhabbet istiyorum kaptan. Uçsuz bucaksız mavinin ortasında sıcacık saran... İçimi bir kahvenin dumanı kadar ısıtsa da yeter. Kırk yılda falan gözüm yok. Yükseklerde değil umutlarım. Sadece ufak bir mutluluğum olsun, kimsenin dokunamadığı…

Mavi bir sandal alıp, hayallerimin en kuytusuna götürse beni… Mutluluk denizinin koynuna… Köşe bucakta bulduğum bir kayalığın yanına gizlenip ayrı bir yaşam kursam kendime… Yalnızlığı, manasına layık yaşayabileceğim bir yerde... 

Yakamozu seyre dalan, ateş böceklerinin suya vuran ahenkli ışıltılarıyla dans edip, yıldızlarla şakalaşan hercai bir balık yüreğim. Kalıcı olmak yerine, konaklayan bir misafir. Nerede bir güler yüz görsem, gidip bu nadide mutluluğu nasıl bulduğunu anlamaya çalışırım. O kadar maske takan varken gerçek ve sahte olanı anlamak gerçekten emek istiyor. 

Ama nerede bir hüzün görsem; hayatın, yine bir insana çelme taktığını anlarım. Çünkü hüznün sahtesi yoktur. Bu duygu insana kendini küçük hissettirir bu yüzden nadir insanlar hüznü yansıtır etrafına… 

Hadi, dönüp bir bakın fotoğraflarınıza! Hangisinde yüzünüz asık yahut gözyaşlarınız yüzünüzü okşuyor. Hiçbiri değil mi? Öyle bir fotoğrafı bulmanız imkânsız denecek bir olasılıkta… Her fotoğraf tebessüm ve kocaman gülümsemelerle dolu… 

İşte hayatın sahteliği burada belli… Bu kadar gerçek bir duyguyu gizleyebilen bir canlıdır insan. 

Bazen anneannem pencereden evlerin yanan ışıklarına bakar ve bir iç geçirirdi. Gözlerinde binlerce anlam gizler, sanki geçmiş zamanda yaşadığı tüm anılar tane tane bir şerit gibi geçerdi; o yaşlı, çok şey görmüş, sıkıntılara şahit olan gözlerinin önünden… 

Bir “ah” ile içerlenirdi. Yanan yüreğinin sesi bu kadardı işte… Sonra rüzgâra fısıldardı ufak bir cümle; “Şu dört duvar arasında ne olup biter de kimse bilmez” diye. 

O anda insanın dilinin ucuna çok söz gelir de diyemez işte… Yüreğin “dur!” der. “Bırak bari orada kendi istediği gibi yaşasın.” Orası insanın kendine has ayrı bir hayatıdır. 

Dalıp dalıp gitmeler çok olur. Buğulanan gözler çok uzaklara ışık tutar. Bildiğin senaryoları tekrar tekrar yazıp oynamakla kalırsın. Yine başrolde sen ve etrafında senden bağımsız olaylar. 

Neyini seveyim şu yatılı hayatın? O kadar kalabalık ki yalnızlığımız, etrafımız mısır tarlaları gibi… İnatla birbirimize çarpa çarpa yalnızlık yolunda ilerliyoruz. 

Bu aralar kışlık bir kederi doladım boynuma… “Suya düşen yılana sarılır hesabı” soğuktan kederin koynuna sığınıyorum. Düşlerimden düştüm de kaç gece; gören, duyan, bilen olmadı. Herkes üç maymunu oynadı. Ulu orta ağlamayı küçüklük, ayıp diye yutturmuşlar da, ben yemedim.

Masal denizinde bir balık gibi yüzdüm. Hangisinin gerçek olduğunu anlayamadım da… Hani hikâyelerin sonunda iyiler kazanır ya bunun bile gerçek olduğuna inanmıyorum. Herkesten, her bilinenden uzak kendi ütopyanda bir yaşam kurmak lazım… 

Zaman geçtikçe insan; hayatın, hevesini nerede kıracağını öğreniyor. Ben bu dünyanın, bu yaşamın yabancısıyım. Nereye elimi uzatsam ürkek bir mum alevi olan yüreğimin umudu sönüyor. 

Kimsesiz bir sokak çocuğu gibi; annesinin boş bıraktığı, hayata mağlup olan… Hem kederlenelim, hem de keyiflenelim. Hayat yendiğini sanıp, yakamızı bırakır belki… 

***

Önümüzdeki günlerde gelecek olan Öğretmenler Gününü de şimdiden kutlarım. Öğretmenlerin yeri apayrıdır. Öğretmen olmanın duygusu da çok farklı... Ben de her öğretmen gibi eğitim ve öğretim ile suladığım, yavaş yavaş açan çiçeklerimi çok seviyorum. Mutluluğunuz daim olsun yazı dostlarım. Vesselam.