Hey sahaf! Gönder bize oradan bir demli kitap. Tüm yaşanamamış hayallere ve yaşanmış ama keşkelerin esir almış olduğu geçmişe gelsin. Tütsün mazinin hasret dumanı yüreğimizde… Meze olsun hayaller bize… Gizli bir dünyanın sokaklarında serhoş olalım.

Eski, tozlanmış bir hatıra defterinde kurutulmuş, gün ışığını unutmuş, iki mürekkepli yaprak arasında hapis olmuş bir gül gibiyim. Ne yana dönsem bir anı batıyor. 

Kafam can kırıkları ile dolu sahaf… Umut dikenlerimin beni koruyacağını sanırken, can kırıkları tek tek onları da benden koparıyor. Senelerdir esir olduğum bu yerde yapraklarım rengini kaybetti. Gökkuşağına hasret, solan hayallerim var benim…

Kimi zaman benden yavaş yavaş ayrılıyor yapraklarım. Dayanıklı taç yapraklarım ile yapayalnız kalacağız sanırım şuracıkta… 

Kokum çoktan kelimelere karışıp kayboldu. Kâğıt kokmaya başladım. İnsanların bazıları bu kokuyu da seviyor. Ama ben, ben olmaktan çıkarsam ve başka bir şey ile bütünleşirsem kimliğimi kaybetmiş olurum. 

Ben bahar kokarım. Gül kokusunu kim bilmez ki?..Şimdilerde kurumuş, hayrı kalmayan yapraklarıma mürekkep bulaşmış, rutubet kokuyorum. “Ben” demek özlenir mi? O kelimeyi söyleyemiyorum çoğu zamandır.  Çünkü geçmişini hatırlamayan ben, beni bildim bileli, benlikten uzak bir kimliğe büründüm. 

Kaderi üzerine giymiş, yine susmuş tutsak… Sessizliğin buğusu kanallar açarak yüreğime damlamakta… Âşık Veysel’in söylediği gibi; “Sen beni gülünce, mutlu mu sandın? Yalandan yüzüme gülen dünya…” 

Geçmişe özlem bitmiyor işte… Hep aynı zaman diliminde, çocuklukta kalıyor gönül gözü… Kuş misali uzak diyarlara yolcu… Hafifçe başımı önüme eğiyorum, “buna da şükür” der gibi…

Bizki duygularımızı gizlemekte usta olmuşuz…

Bir çocuk gibi gülmeyi beceremedik. Hep kendimizi gizleyerek, başka birisi gibi davranmayı adet edindik… Kapalı bir odada duygu duvarlarının farklı farklı köşesini kemirip durduk. Ne olmak istediğimizin, kimliğimizin farkında varmadan sağa sola şaşkınca ilerlemekle geçti hayatımız…

Bir hikâye okumuştum, çok hoşuma gitmişti orada şöyle anlatılır; “Profesör elinde bir fare ve kutu ile salona girdi. Öğrencilerin şaşkın bakışları arasında fareyi kutunun içine koydu ve kutuyu kapattı. Salona dönerek; “Bu kutuya iki gün kimse dokunmasın!” dedi ve salondan çıkıp gitti. Salondaki öğrenciler olaya bir anlam verememişlerdi. Ne olacağını merak ederek iki gün beklediler. İki gün sonunda profesör salona girdi ve kutuya yaklaşarak açtı. Kutunun içindeki fare ölmüştü. Sınıfa dönerek farenin neden ölmüş olabileceğini sordu. Havasızlıktan, açlıktan, susuzluktan… Her öğrenci olabilecek ihtimalleri saymıştı. Profesör kutuyu havaya kaldırıp içini öğrencilere gösterdi. Kutunun her tarafı kemirilmiş vaziyette idi. 

“Görüyorsunuz değil mi? Fare anlaşılan çıkmak için çok mücadele etmiş. Bunu kutunun içindeki vaziyetten anlıyoruz. Şu var ki; fareyi sizin dediğiniz gibi ne havasızlık, ne de açlık öldürdü. Fareyi asıl KARARSIZLIK ÖLDÜRDÜ! Fare kutunun her yerini parçalayacağına sadece bir köşesini parçalasaydı ve bunda da kararlı olsaydı çıkıp kurtulacaktı.” 

Ne güzel bir deney… Alın size kanıtlanmış bir olay… Eğer bir kişi neyi istediğini bilmiyorsa ve seçtiği yaşamdan bihaber yaşıyorsa onca uğraşı, çabası boşa kürek çekmekten başka bir şey değildir. Kişinin hayatını kendisinin belirlemesi ve bu yolda emin adımlarla ilerlemesi esas olandır.

Hayatı kararlılıkla, farkında olarak ve “ben böyle istiyorum” diyerek yaşamak dileğiyle yazı dostlarım… Selametle…