FÎHİ MA FÎH

(onun içindeki içindedir)

Edebinle adabını yakıştırmaya gör, şeb-i bir şark aydınlatır.

Harf harf işlemişti göz bebeği olan Mesnevisini… Onu çok güvendiği, kalplerini hoşgörü ile beslediği insanlara emanet edebilirdi. O vakitlerde son derece tükendiğini hissediyordu. Hayat kocatmıştı bedenini… Oysa tarihin daha ne çok yazacağı gizler barındırıyordu yüreği…

Vücudu ateşler içinde kavrulmaktaydı. Gönlünde koca bir nar-ı aşk varken, bu odu hissetmeye mecali dahi yoktu. Birbiri ardına sıralanan düşüncelerini yüreğine sundu;

“Sağlık sizin olsun! Deriden yapılmış bir gömlek, seveni sevdiğinden ayırır. Onun ışık ile birleşmesini istemiyor musun?”

Ölümü özlemiş, kavuşmayı bekliyordu.

Aralık ayının on altıncı gününü, on yedinciye bağlayan geceydi. Kopacak bir kıyamet öncesi oluşan sessizlik hâkimdi semaya… Dergâh; akın akın gelip, bir haber almayı bekleyen insanlarla dolup taşıyordu. Gözlerde büyük bir endişe… Tedirgin adımlar… Ne kadar; “bugün benim düğün günüm” dediyse de herkes büyük bir hüzün ummanında gemilerini gönül rızası ile batırıp, gözyaşlarına boğulmayı bekliyordu.

Gökyüzü ve kuşlar da bu geceye şahit olmak için oradaydı… Bir mecnun, bir sevdalı, bir hasretlik çeken, nar-ı aşkla alev alev yanan bir fani; tüm dünyalıklardan sıyrılıp, kendine emanet edilen tüm yükleri omuzundan indirip, imtihanını iyi ya da kötü bir şekilde tamamlayarak sevdalısına kavuşmayı en nezih haliyle bekliyordu.

Onu sevenleri bunu anlayamıyordu, anlayamazdı da… Şems-i, güneşi olsaydı belki anlardı onu… O zaman konuşmaya ne hacet. O susardı, Şems aydınlatırdı, yumuşatırdı gönlünü… Ona da kavuşacağının düşüncesi hâkim oldu zihnine… Bir “Elhamdülillah” dilini kördüğüm etti.

Onu sevdalısına kavuşturacak olanı bekliyordu. Gözleri bir köşe ucunda, tebessüm ile uzaklara yolculuk yapıyordu. Ruhundan tutmalı, götürmeliydi onu…

Ve işte gelmişti o an! Mutluluktan nefesi kesiliyor, gözlerinin içi parlıyordu. Sevdiğine kavuşma zamanıydı. Kendine emanet olan şu yorgun bedeninde, alıp da veremeyeceği hiçbir şeyi yoktu. Son aldığı nefesini de teslim etmişti.

Sessizliği yaran bir beyaz güvercin kanat çırparak kalabalığı yardı. Feryat edilmemeliydi. Bir kızı düğün gününde evden çıkarır gibi onu bembeyaz gelinliği ile sahibine emanet etmelilerdi. Son görevdi, yapılmalıydı. Öyle istemişti.

Şeb-i Arus, düğün gecesi…

Gökyüzü ile gözyüzleri aynı anda damlalarını toprağa bırakıyordu. İnanan, inanmayan… Gönül dostu olan, kıskanan… Kadını, erkeği, yaşlısı, çocuğu… Hristiyan’ı, Yahudi’si, Müslüman’ı…  Herkes son bir veda için oradaydı.

O herkesi sonsuz hoşgörüsü ile kucaklamış; “Ne olursan ol, yine gel!” demişti. Kimse tereddüt etmiyor, düşünmüyor sadece onun eşsiz yüreğinin sevgisini, samimiyetini son kez hissetmek istiyorlardı.

Ve düğün gecesi yüreklerde koca bir boşluk bırakarak bitmişti. Çıkmaz bir yoldan dönüp yeni bir hayata yolculuk yapmaları gerekiyordu. Özlemle yâd edecekleri çok şey vardı…

Asırlar sonra Şems-i Tebriz-i’nin selamını alıp, Mevlana Celalettin Rumi hazretlerine getirdiğim de; bu anların hayalinin gözlerimde canlanması ne tuhaf. Orada ne kadar kaldım bilmiyorum. Yanaklarımdan süzülen iki damla yaş beni kendime getirdi.

Etrafıma baktığımda ise şöyle düşündüm; “Burası seneler geçmesine rağmen hâlâ dünyanın dört bir yanından onu ziyarete gelenlerle dolup taşmakta... Benimle aynı duyguları hisseden ne kadar çok kişi vardı kim bilir?..”

Rahmetle uyu koca yürekli insan.