Ah olmasaydık, var olmamış olsaydık, varlığa gelmeseydik ne olurdu?.. Ama bir kere olduk değil mi, geldik işte bu dünyaya… Şu koca yarışın, ihtirasın içinde kalakaldık. 

Sağa dönsen hırs, sola dönsen hedef… Her yol, ortak bir yere çıkıyor. Hep bir koşturmaca! Sohbetler kısa, selamlar yarım… Sonra da derler ki; “neden kendinle konuşuyorsun ey insan?..” Konuşacak biri kaldı mı ki?.. 

İnsanın kendini özlemesi, kendinden yine kendine saklanması, konuşacak birini ararken kendi ile hemhal olması, kendiyle kendi hakkında dertleşmesi, kendi ile kendi için olması ne kadar kötü bir durum… 

Yazar anısında şöyle anlatır; “Rahmetli babam, zaman zaman “Namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz!” diye latife ederdi. Sohbeti öyle alelâde ‘konuşmak’ olarak anlamayınız; sohbet fikr-u zikirdir. Sohbet kendini tanımayı gaye edinenlerin var olma sebebidir. Sohbet varlığı düşünürken varlık içinde olduğunu hatırlamak için bir vesiledir. Sohbet kalıbın değil, kalbin ihtiyacıdır.”

Ne de güzel anlatmış olsa gerek ki; iki lafın belini kırdıktan sonra insanın gönlüne bir ferahlık gelir. Söze binaen hasbihal kalbin gıdası ve ihtiyaç duyulan bir gereksinimdir. 

Ehl-i dil bir araya geldiği zaman bir huzur kaplar ya etrafı… Dertler bir bir buharlaştırılır, dilden dökülen samimi, sıcak kelamlarla… Pencereden süzülen rahmet havasıyla defedilir sıkıntılar... 

Hayata böyle küçük dokunuşlar gerek sanırım. Bir gönle iki kelam ile… Bir kap su ile bir minik bedene, bir okşama ile küçük bir çocuğa, iman dolu bir yürek ile vatanımızın bir karış toprağına… 

Büyük şeyler düşünerek kendimizi çıkılmaz yerlere, zorluklara sürüklediğimiz kesin. Oysa mutluluk ufak tefek şeylerde gizli… Bir bebek gülümsemesinde, bir kuş cıvıltısında, bir ağacın yeşermesinde…

Geçtiğimiz günlerde, sosyal medyada dikkatimi çeken resimde; bir koltuk başının yırtılmış olduğu ve iki sihirli elin onlara dokunduğu fotoğraflanmıştı. Resmin üzerinde de şöyle yazıyordu; “Ne güzel şey, en küçüğünden bile olsa dünyayı onarabilmek, bulduğundan daha iyi bırakabilmek… Çantasından çıkardığı iğne iplikle otobüsün sökülmüş koltuk kılıfını diken teyze…”

Ah teyzem… Dokunup da güzelleştirdiğin tek şeyin o koltuk başı olmadığı kesin. 

İnsan, ilk olarak derttaşının gönlüne dokunmalı… 

Tüm iyilikler güzel bir yüreğe sahip olmayla ortaya çıkıyor. Dünyayı yeşertip, çiçekler açtıran şeylerin temelinde; nadir bulunan dostlukların gönülde bıraktığı izler yatıyor. 

Zaman geçtikçe hayatın anlamını ve tılsımın ne kadar da basit olaylarda gizli olduğunu anlıyoruz. Var olmamış olsaydık, varlığa gelmeseydik; öğrenmekten de mahrum kalacaktık. Bir şeyler yaşayarak, deneyerek ve koşullarına katlanarak doğru yolu buluyoruz. Gülü seven dikenine katlanır hesabı…

Hayat; bir papatyanın yapraklarını kopararak bakılan fal gibi değil. Rastgele diyerek bir oltayı ufak bir dereye atarak beklemekte olmasa gerek. Her şey düpedüz ortada işte… Belinden iki yol halatıyla bağlısın, biri sana mutluluk, umut, hayal sunacak; diğeri ise üzüntü, kasvet ve sıkıntı… Hangisini kendine çekersen; o, karanlığı yarıp gelen ömrüne umut saçan güneşin olacak. 

Baharın ülkemizde yeni yeni kendini belli ettiği şu vakitlerde, doğayla, yeni çiçeklenen ağaçlarla, ara sıra görünen arı ve sineklerle de sohbet edin. Sessiz seslerin fısıltılarını anlamak ve onlarla mutlu olmak dileğiyle… Muhabbet ve sevgi yanı başınızdan hiç ayrılmasın. Selam ve dua ile…