Yas tutarcasına karalar bağlamış bir sabaha göz perdelerimi araladım. Hayata dargın, vedaları sevmeyen, gözyaşları ile arz-u hâl eden…

Gün de darılır bazen bitmek bilmeyen bu kovalamacanın peşinde koşturup duran zamana ve mevsimlere… Belki de insanlara…

Bazı günler, göz perdelerimi açtığımda; minik bir havai fişeğin gözlerimin önünde parladığını anımsatan aydınlığının kamaştırıcı etkisi gibi değil de, eski zamanlarda akşam gösterime sunulan, siyah beyaz filmleri sahneleyen, sokak sinemaları gibi, o günün senaryosunu oynamaya hazır bir oyuncu olduğumu hissediyorum.

Bu aralar günü birlik senaryolarımı merak etmez oldum. Uzun zamandır hep aynı vakitleri geri sarıp baştan yaşıyor gibiyim. Yönetmen oyunculuğumdan hoşnut olmamış olacak ki “kestik!” deyip biraz dinlendikten sonra tekrar oynatmaya başlıyor rolümü…

Ezberlediğim replikler, hatmettiğim sözler… Yürümekten eskittiğim yolların, üzerime bulaşmış tozu ile yeniden başlıyorum bir güne daha işte. Genzimi yakan mazot kokusu, içimi karartan göğün gri matem kıyafeti ile… Şurada oturup iki dert yansak birbirimize, hemen damlalarını yeryüzüne serpiştiriverecekmiş gibi gök kubbe.

Hissizleştiğimizi düşünüyorum. Ne mutluyuz, ne de mutsuz! Yüzümüz bitki örtüsünden yoksun, çorak bir toprak gibi… Gün gelir de okullarda duyguların yarattığı mimikler anlatılmaya başlanırsa, hatta ve hatta tiyatro ve filmlerde bunlara yönelik sahneler çekilir ve oynanır ise şaşırmayacağım.

Robotları bizler yaptık fakat onların bile hayatlarını kıskanıp, kendimize uyarlayacağımız aklımın ucundan geçmezdi. Demirden adamların dünyayı istila ettiği filmler izlerken sinemalarda; içten içe onlar bizi kendilerine benzetip, hır güre gerek kalmadan klonlanmış bir ordu ve duygusuzlaşmış insanlar ile yaşamaya başlayacağız bu gidişatla...

Günün matemi düşüncelerimi de esir almış olacak ki; renksiz, grileşmiş düşünceler içinde kıvranıp duruyorum. İlerde renklerden oluşmuş, mutluluk göleti görsem koşup kana kana içmek isteyecek kadar susadım bugün mutluluğa…

Gözlerimi açtığım anın üzerinden dakikalar geçti aslında. Epeydir içimde tuttuğum sözlerimi bugün dakikalar içinde şuracığa sıralayıverdim işte. Nereden başlayıp hangisine olan gereksinimimi karşılasam bilemiyorum.

Yaşadıkça ve yaş aldıkça farklı farklı şeylerin varlığı ya da yokluğu insanı rahatsız etmeye başlıyormuş. 

İnsanlar, sonbahara benzemeye başladı. Gri, hissiz, bir gönül ile bir bir duygularını döke döke dakikalara yenik düşüyoruz. O kadar kırık döküğüz ki hafif bir esintide dallarımızı yere bırakıverecek güçsüzlükteyiz.

İsteğin, gayretten uzak; bedene bürünmüş yorgun yolcularıyız. Üzerimizi örtecek beyaz örtüyü kabullenmiş, gelmesi için gün sayıyoruz.

Amma velakin, her vedanın yeni bir başlangıca en sahibeliği yaptığını, onu şefkatle kucaklayıp, hanesinde ne var ne yoksa önüne serdiğini de biliyoruz. Topraktan yaratıldığımız apaçık ortada… Mutluluk güneşini sonsuz içimize çekecek güce sahibiz. Fakat ufak bir hüzün soğuğuna maruz kalsak gönlümüzde olan tüm güzellikleri kurutup yaprak dökebiliyoruz. Çabuk pes ediyoruz. Ardından hemen toparlanıyoruz. Çoğu zaman gözyaşlarımızı bağrımıza gizliyoruz.

Yine geldi bir sonbahar. Her gelişinde hayatı bir kez daha sorguluyorum. Hüzünleniyorum, farkına varıyorum. İnsanoğlu ne tuhaf… Kâh düşünceli, kâh umursamaz. Düşüncelerimiz de mevsimlere maruz kalıp hava durumuna göre şekilleniyor.  

Anlık değişen duygu durumunun beynimizin içinde meydana getirdiği fırtınaya kapılıp şaşkın bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. İşte geldi yine bir sonbahar, savrulup gidiyoruz.