ÜNİVERSİTELERİMİZ NEREYE GİDİYOR?

Bir ülkenin kalkınmasında üniversitelerin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım. Ama anlamayanlar için kısaca ifade edelim.

Tarihin her döneminde bilgi önemli olmuştur. Bilgi sayesinde savaşlar kazanılmış, bilgi sayesinde teknoloji gelişmiş, refah seviyesi artmış, bilgi sayesinde ekonomi canlanmış, bilgiye sahip olan toplumlar her dönemde cahillere hükmetmiştir.

Bugün içimiz kan ağlayarak halini seyrettiğimiz Müslüman toplumların en temel problemi bilgiye sahip olmamalarıdır.

Bilgi üretecek, toplumu eğitecek, gençleri yetiştirecek kurumlar ise başta üniversitelerdir.

Üniversiteler bilim üreten kurumlar olmalıdır. Ama gelin görün ki bu görevlerini çoktan unutmuş, lise mezunlarına meslek edindiren kurumlar haline dönüşmüşlerdir.

Keşke meslek edindirme işini doğru dürüst başarabilseler!

Ne yazık ki onu bile beceremeyen, meslek liselerinde verilen eğitim kadar eğitim veremeyen bölümlerin sayısı hiç de az değildir.

Üniversitelerin çözüm bekleyen çok meselesi var. Ama en önemli mesele, “meselenin farkına varmak”tır.

Üniversitelerimizi yöneten kıymetli yöneticilerimiz, kafalarını gömdükleri kumdan çıkarmak zorundadırlar.

Üniversitelerimizde bırakın bilim adamı olmayı, akademisyen bile olamayan hatta hoca vasfını dahi taşımayan öğretim elemanları var.

Anlattığı dersi bilmeyenler, “bu dersi birlikte öğreneceğiz çocuklar” diye söze başlayanlar!

Ders anlatma becerisinden yoksun olanlar, kitaptan veya dizüstü bilgisayarına yüklediği kitabını perdeye yansıtıp oradan satır satırokuyanlar!

Ne dediği öğrenci tarafından bir türlü anlaşılmayanlar!

YÖK'ün kesin talimatına rağmen derse kendisi girmeyip asistan gönderenler!

Üç saatlik dersi,“blok yapıyorum” diye bir saate düşürenler!

Haftada bir gün üç saat yapılması gereken tezsiz yüksek lisans derslerini iki haftada bir, bir buçuk saate düşürenler; ücretini eksiksiz aldığı halde o bir buçuk saati bile tam yapmayanlar!

Doğru dürüst akademik çalışma yapmadığı halde hızla yükseltilenler, yıllarca kadro bekleyenler dururken, doktora tezini bile bitirmeden kadrosu ilan edilenler!

Kötü örnekleri çoğaltmak mümkün.

Ama iyi örnekler yok mu?

Elbette çok kaliteli öğretim üyelerimiz de var. İşini hakkıyla yapmaya çalışan, elinden geldiğince verimli, faydalı olmaya gayret edenler.

Ama bunların sayısı ne kadardır dersiniz?

Bir de acaba bu öğretim üyeleri üniversitelerimizde hak ettikleri değeri görebiliyorlar mı?

Yoksa her seferinde itilip kakılanlar onlar mı oluyor?

Bir de hocasız üniversitelerimiz var!

YÖK en az üç öğretim üyesi şartı getirmesine rağmen, bir öğretim üyesi ile bölüm açanlar!

Nasıl mı oluyor?

İkisi kâğıt üzerinde!

Özellikle vakıf üniversitelerinde, eczacılar gibi diplomasını kullandıran öğretim üyeleri ile açılan bölümlerin sayısı hiç de az değil!

Mesele sadece öğretim üyesi meselesi de değil.

Sistemin de sorgulanması gerekiyor.

Meselâ Bologna süreci diye bir süreç var. Üniversitelerimizin pek çoğunun yaklaşık son dört yıldır en önemli işi bu sürece uyum sağlamaya çalışmak oldu. Bunun için kâğıt üzerinde neler neler yapılıyor. Ama hepsi kâğıt üzerinde! Acaba bu sürecin faydalı olduğunu düşünen kaç bilim adamı vardır?

Sürecin fayda ve zararları masaya yatırılmış mıdır? Sağlıklı bir şekilde tartışılmış mıdır?

Şekil ile ilgili konulardan belki tam not alabiliriz. Ama ya içerik?

Yazılan makalelerin çoğu maalesef unvan almak için yazılıyor. Bir meseleye çözüm bulmak için değil. O yüzden pek çok çalışma hiçbir işe yaramıyor.

Üniversitelerimiz, sanayicinin, iş adamının derdine derman olma konusunda bekleneni veremiyor. Üniversite - sanayii işbirliği istenilen seviyede değil. Şahsî gayretler yeterli olmuyor.

Üniversitelerimizin daha pek çok problemi var. İşin garip tarafı bu problemler biliniyor ama üstü örtülüyor.

Meselâ hangi hocaların ders yapmadığını, hangilerinin asistan gönderdiğini, hangilerinin yetersiz olduğunu bilmeyen yönetici var mıdır?

Hiç sanmıyorum.

Bilmese bile, eğer isterse kolayca öğrenir.

Sözün özü, milletin derdine derman olması beklenen üniversitelerimiz kendi dertlerine derman bulamıyorlar.

Bu problemler çözümsüz değildir. Ancak öncelikle samimi, becerikli ve ehliyetli yöneticilere ihtiyaç var.

Problemi çözmek isteyen, bu uğurda mücadele eden, gerekirse kelleyi koltuğa alabilen yöneticiler lâzım.

İdareyi maslahatçı, kendi çıkarlarını düşünen, günü kurtarmaya çalışan, ilk derdi koltuğunu korumak olan yöneticilerle ne üniversitelerin ne de ülkenin bir yere varması mümkün değildir.

Ama hatırlatmakta fayda görüyorum; bu iş büyük bir vebal işidir. Problemi gördüğü halde üzerine gitmememin, tabiri caizse halının altına süpürmenin vebali hem bu Dünyada ağırdır, hem de öbür tarafta.

Bizden hatırlatması!