Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği, kitaplara sığmayacak yoğunlukta anılarımı yaşadığım, sekiz kardeşimin altısının orada doğduğu, taş duvarlı, ağaç örtülü, geniş ve uzun bir salona sahip, ferah odaları bulunan, her mevsimde mis gibi tertemiz havayı ve güneşin sıhhat dolu ışıklarını günün her saatinde içinde bulunduran, görkemli köy evimiz...

Her türlü iklim şartlarına ve temel kazısının yapıldığı tarihten bu yana tam tamına elli beş yıl geçmiş olmasına rağmen daha ilk günkü yeniliğini, görkemini muhafaza ediyor.  Nasıl etmesin ki? Her taşında, her santimetre karesinde, şimdi bir köşesinde mecalsiz bir şekilde barındırdığı Koca Adamın emeği, alın teri, tırnaklarının tozu bulunuyor.

Ömrünü; köyünün  iyilikleri için  harcamış, köylüsünün  dertleri ile dertlenmiş, sevinçleriyle sevinmiş, bu evin mimarı, ele avuca sığmayan Koca Adam, Babam.... Şimdi, yorgun bedenini bu evin en sevdiği odasının, kendine ait en müstesna köşesinde dinlendirerek ve günün büyük bölümünü uyuyarak geçiriyor.

O ev yapılırken henüz ilkokul binası yoktu köyümüzde. Tam da o zamana denk geldi belki de ilkokulun temel kazılarına başlanması. İlkokulun yapıldığı arazinin yerine babam ve amcamlar harman dökerlermiş. Ona rağmen babam, “işte okulun yapılacağı arazi burasıdır” dediğini ve kendi harman yerinden bile okul için vazgeçtiğini anlatır hep. Benim de dünyaya henüz aklımın ermeye başladığı yıllardı o yıllar. O yıllarda başlamış o Koca Adam’ın köy ve köylülerine karşı olan sevdası ve bu sevda hiç bitmemiş onda...

Bir dağın başında kurulu, neredeyse metrekareye elli santimetreküp taş düşen bir arazisi var köyümüzün. Oranlarsak eğer, geriye kalan o yarım metrelik arazide ekim yapacak, yağmur yağarsa el yordamıyla biçilecek, hayvanlarla hasat edilip sekiz-on çocuklu, on-on beş nüfuslu hanelerdeki insanlar beslenilecek, büyütülecek, evlendirilecek, yurt-yuva sahibi olmaları sağlanacak. Benim neslim ve benden önceki babamın nesli ve daha önceki nesiller, biliyoruz ki yaşam şartlarının çok zor olduğu o köyde nefes alabilmek için mangal gibi yüreğe, sabır dolu bir bünyeye, şükür gibi hasletlere sahiplermiş...

Arabaları yokmuş, villaları yokmuş, ekmek teknesini bilirlermiş sadece “tekne” diye. Bütün gayretleri sadece o tekneyi boş bırakmamakmış. Eğer o köyde toprak, yılın tamamında, içinde yaşayan insanları doyuracak kabiliyete ve verime sahip olmazsa, köyün erkekleri gurbete gitmek mecburiyetindelermiş. Her yıl gitmişler zaten.

Babam da bir gurbetçi idi benim çocukluk ve gençlik yıllarımda. İzmir dönüşü ev sohbetlerinde, hep yaptıkları o hamallıkları anlatırlardı. “İki yüz kilogramlık, prese denilen pamuk balyalarının sırtlarına alıp otuz santim genişliğindeki kalasın üzerinden nasıl yukarılara, makine dairesine çıkardıklarını” anlatırlardı. O ağırlığın altında “bacak kemiklerinin hilal şeklinde büküldüğünü” vurgularlardı. Sohbetlerin önemli bölümleri hep “hamallıklarından”, buna karşılık “patronlarının yaşam koşullarından”, “fabrikada geçen günlerinin zorluklarından” bahsederlerdi. Babamdan hep bu zor yaşam koşulları ile ilgili olan hikâyeleri dinleyerek büyüdüm ben de...

Babamın şimdiki halini izledikçe hep o anlattıkları anılar dizilir gözlerimin önüne. Bizleri besleyip büyütmek için katlandığı meşakkatler meşgul eder zihnimi. Bizler bir taraftan baba hasreti ile yanar tutuşur, diğer taraftan da köydeki tarifi imkânsız zorluklarla görülen işlerle meşgul olurduk o küçücük yaşlarımızda, tazecik bedenlerimizle altından kalkamayacağımız işlerle boğuşurduk. Yine de iyi çıkmışız o işlerin içinden.

Düşünüyorum da daha bir kaç yıl evveline kadar onu oturduğu yerde on dakika tutamazdınız. Sözünün üstüne söz diyemezdiniz. Şimdi ise sessiz sedasız dinlenmek, uyumak, bir kendisi, bir anam bir de Allah'ı ile baş başa kalmaktan başka hiç bir şeyin onun için anlamı yok artık...

Allah sana ve senin gibi o da yorgun olan anama; diğer bütün ana ve babalarla birlikte; sağlık, rahatlık ve huzur versin inşallah babam.

Seni doktora götürmeye bile korkuyoruz biliyor musun?

Allah'ım en kısa zamanda, şu mikrop illetini de başımızdan def eder inşallah.

İmkânsızlıkları sebebiyle sadece beni okutabilen, sekiz evladını büyütüp, evlendirip ev bark sahibi yapan o Koca Adamı yazmak istedim bugün. Yazabildim mi bilmiyorum. Fazla da derine dalıp ağlatmak istemedim kendimi ve baba sevgisi ile dolu olan tüm yürekleri...

Şimdiki gençlere, çocuklara; “şanslı olduklarından mı yoksa şansızlıklarından mı dersler çıkartmaları gerektiğine dair cümleler kurmak istedim. Ne yazık ki öyle cümleler kuramadım. Benim babama bakışım ile onların babalarına bakışı arasındaki ince çizgiyi de aktaramadım maalesef... Yazın yolunda da daha “bi dam” ekmek yemem gerektiğini de gördüm böylece.

Hayırlısı...