Ramazan’ın gelmesini iple çekerdik çocukluğumuzda. O yoksulluk yıllarında, yani 1960'lı yıllara denk gelen çocukluğumuzun ramazanlarında, dünyaya çocuk bakışımızdan mıdır yoksa o yıllarda gerçekten şimdi pek de göremediğimiz başka nedenler mi vardı bilemiyorum, çok daha farklı güzelliklerle, tatlarla karşılardık ramazanı. Telaşı ayrı bir güzellikti, iftarı, sahuru ayrı bir güzellik...

Yazılarımda sık sık değindiğim köy ve şehir nüfuslarının günümüzde ters orantılı bir hale gelmesiydi belki de bu güzellikleri ortadan kaldıran. Nüfus kaymaları köylerden şehirlere doğru olunca, yaşanılan o güzellikler de insanlarla birlikte köylerden şehirlere taşınırken, göç yollarında kaybolup gittiler sanki. Şimdi arıyoruz ama ne köylerde ne de şehirlerde izlerine rastlayamıyoruz maalesef.

Evlerimizde bugünkü kadar yiyecek çeşidi yoktu belki. Mesela, Ramazan öncesinde kesilen erişte ve kuru üzüm hoşafını özlemle beklerdik. Bu yiyecekler normal zamanda neredeyse hiç pişirilmez sofralarımıza gelmezdi. ‘Erişte’ ve ‘hoşaf’ deyince ramazan, ‘ramazan’ deyince bu yiyecekler gelirdi aklımıza.

Evlerde kuru üzüm hoşafı olmazsa eğer, onun yerine yaygın ismiyle kuşburnu, yöresel ismiyle itburnu meyvesinden şerbetler yapılırdı.

Çocuk olmamızdan dolayı zaten kalabalık olan hane halkı bizleri sahura kaldırmak istemezlerdi. Zira çocukluk halimizle hem sahura kalkmak isterdik ama aynı zamanda mızmızlık eder ağlaşırdık uyku sersemliğiyle. Buna da evdeki erkek egemen babalarımız, amcalarımız kızarlar ve bir huzursuzluk ortamı oluşurdu ister istemez.

O zamanlar hem güzel zamanlardı hem de zor zamanlardı. Dedim ya güzelliği belki de henüz yaşamın ağır yükünün omuzlarımızda olmadığı, dünya telaşesinin henüz bizlere sirayet etmemiş olmasından kaynaklıydı. Sorsak şimdiki çocuklara, bizlerin çocukluğunda yaşadığımız o huzuru ve mutluluğu belki de şimdi onlar duyuyorlardır. Konuya onların gözüyle ve yüreğiyle bakmamız gerekiyor, bir kanıya varabilmek için.

Bazen de bize "tekne orucu" denilen oruç tuttururdu büyüklerimiz. Sahura kalkar ve ertesi gün öğleye kadar oruç tutar ama açlığa dayanamayacağımızı düşünen büyüklerimiz, orucumuzu satın alır ve çocukluğumuzun harçlıklarından olan beş kuruş, on kuruş, yirmi beş kuruş gibi paralar verirlerdi. Biz de bu harçlık karşılığında öğleyin orucumuzu bozardık.

Benim doğum tarihim yani ana yaşım 22 Şubat 1959. Dolayısıyla Hicri takvime göre her yıl on gün önce geldiği için aklımın dünyaya erdiği o zamanlarda oruç ayı kış mevsimine denk geliyordu. 36 yılda bir aynı güne denk gelen dini günlerden dolayı demek ki ramazan, ben 35 yaşlarında iken yani 1990'lı yılların ortalarında tekrar kış ayına denk gelmiş oluyor. 2024 yılında ise benim ve benimle yaşıt olanlar, ömürlerinde üçüncü kez kış mevsimine denk gelen ramazanı yaşıyoruz.

Kış aylarında günler kısa olduğu için kısa süreli oruç tutmanın kolaylığını yaşarken aynı şekilde yaz günlerinin ramazan ayları da bir o kadar uzun günlere denk geliyor. O, yaz günlerinde hem ekin harman işi yapıp hem de orucumuzu tutardık. Ağızlarımızın susuzluktan köpürdüğünü, dudaklarımızın pelteleştiğini hatırlıyorum. Allah, inşallah o günlerde tuttuğumuz oruçlarımızın yüzü suyu hürmetine diğer günahlarımızı da affeder inşallah.

Eski zamanlarda köylerde nüfus daha yoğundu. İnsanlar birbirlerini ramazan ayı boyunca evlerine iftar yemeklerine davet ederlerdi. Şimdilerde o adetler tamamen ortadan kalktı. Şehirlerde ise zengin sofraları kuruluyor. Lüks mekânlarda sahurlar yapılıyor. Sanki her şey daha bir göstermelik uygulanıyor.

Bunun yanında dünyanın çeşitli bölgelerinde devam eden savaşlar ve işgaller sebebiyle bir lokma ekmeği zor bulan insanlara çeşitli hayır kurumları vasıtasıyla yardımlar götürülüyor. İnsanlar dünya nimetlerine ulaşmakta zorluk çeken diğer insanlara ulaşmak, onlara yardım etmek derdindeler. İnsanlığın tamamen ölmediğini ispat etmeye çalışan o güzel insanlara da bu vesileyle selamlarımızı gönderip ramazanın, yeryüzünde yaşayan tüm insanlığa barış ve huzur getirmesini temenni ederek bitirelim yazımızı.

Allah’a emanet olunuz.