Şimdi ise orada yaşayanlar bile tüketici oldular.

Yazılarımda zaman zaman değindiğim, ‘köyden kente göç’ konusu ülkemizin en iyolmaz, hala da kanamaya devam eden yarasıdır ne yazık ki.

Bundan sonra bu derde deva olunur mu onu bilemem ama geçmişi düşündükçe bu konuda yapılan yanlışları ve günümüzde yaşadığımız sosyal ve kültürel yozlaşmaları gördükçe burnumun direği sızlamakta.

Bu konu hem ekonomik hem sosyal hem kentsel hem kırsal sorunların ana kaynağıdır. Bu sorunları bundan 40-50 yıl önce kaynağında gidermek mümkün iken hiçbir tedbir alınmamış ve ülke kaynakları hep kentlerde heba edilmiş, köylere ulaşım, iletişim, eğitim, ekonomi konularında büyük haksızlıklar yapılmıştır.

Bunun neticesi olarak da insanlar hem kendi ekonomik zorluklarıyla baş edebilmek hem çocuklarının eğitim konularını halledebilmek için köylerden kentlere akın akın göç etmeye başlamışlardır. Devlet de bu göçe yardım edercesine mesela eğitim konusunu “taşımalı sistem” adıyla köylerden kentlere taşımıştır.

Eskiden duyardık kimi siyasetçiler “Tarım Kentleri” kimi siyasetçiler “Köy Kentleri” gibi projelerden bahseder, gençlik de bu kavramlar üzerinden bir birleriyle tartışır, tartışmaktan öte kavga eder hatta birbirlerini öldürürlerdi.

Aslında bugün yaşadığımız hastalığın nedenleri o tarihlerde tespit edilmiş ancak tedavi edilebilmesi için gerekli tedbirler alınmamış ya da aldırılmamıştı.

Bundan 40-50 yıl önce köylerdeki hanelerin hepsi birer üretim merkezi gibiydiler. Maddi durumu birazcık geride olanların tek katlı evlerinin cephesindeki bir oda bir mutfak ve bir salondan oluşan evleri yaşam alanı, arka kısımdaki alan ise hayvan barınakları idi...  Durumu biraz daha iyi olanların ise iki katlı evlerinin üst katları kendi yaşam alanları, alt katları ise hayvan barınakları idi...

Evlerin alt katlarında et, süt, kıl, yün, gübre, üretimleri yapılırdı. Süt demek peynir demekti, yoğurt demekti, yağ demekti, lor demekti, çorba demekti, tatlı demekti...

Et demek, yemek demekti, kışlık kavurma, pastırma, sucuk demekti.

Kıl ve yün demek, çorap demekti, ceket demekti, heybe demekti, torba demekti, çul demekti, kilim demekti, keçe demekti, iç çamaşırı demekti, şapka demekti, kazak demekti, kepenek demekti, çadır demekti, çocuk bezi demekti, beşikörtüsü demekti, mendil demekti...

Gübre demek, buğday demekti, arpa demekti, sebze demekti her çeşit... Meyve demekti doğal, katışıksız, ilaçsız, zehirsiz...

Bütün bunları elde etmek için evlerin altındaki o atölyelerde üretim yapılır, o hayvanların yiyecekleri de emekle, alın teriyle topraktan karşılanırdı. Köylerin belli bir arazisi korumaya alınır, oralardan bu hayvanların kışlık yiyecekleri otlar, yapraklar, tohumlar yine doğal olarak elde edilirdi.

Köylerde yaşayanlar bu ürünleri sadece kendileri tüketmez, bin bir zorluklara pazara ulaştırdıkları bu ürünlerden şehirde oturan kısıtlı sayıdaki vatandaşların ihtiyaçlarını da karşılarlardı.

Zira o zamanlar köylerde 100 kişinin 80’i, şehirlerde ise geri kalan 20’si yaşardı. Şimdi Köyde kaldı 9 kişi, şehirlerde oldu 91 kişi...

Her şey tekelcilerin eline geçti. Üretim sayılı kimselerin elinde, taşıma sayılı kimselerin elinde, pazarlama sayılı kimselerin elinde... Asgari ücrete zam mı geldi, birkaç ‘alo’ ile tekelciler birbirlerine rahatlıkla ulaşıp fiyatlara ‘ayarlama’ yapabiliyorlar.

Biz ise tireni çoktan kaçırdık. Köyleri ihya edip, köylüleri kendi yurtlarında rahat yaşamalarına yönelik çalışmalar yerine, onları şehirlere göç etmelerini teşvik ettik.

Şehirler de plansız gecekondular, altyapısı bozuk şehirler, ufak bir sallanmada yerle bir olan kentler, öldürdüğümüz on binler, yüz binler...

Para kazanma hırsımıza gem vuramadık. Daha çok daha çok kazanma hırsımıza mağlup olduk.  Çalışma ahlâkımızı, ticaret edebimizi, insan ilişkilerine olan saygımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi yetiştirme adabımızı yok ettik. Her şeyimizi maddiyata, paraya kurban ettik.

Keşke o zamanlar köylere yol, okul, öğretmen, iletişim araçları, teknoloji ürünleri, mandıralar, ambalaj atölyeleri, soğuk hava depoları v.s hizmetleri getirilmiş olsaydı da bugün şehirlerde yaşadığımız binlerce sorunu kaynağında kurutmuş olsaydık.

Şehirlerde hazine arazileri yağmalatılmamış olsaydı, tüyü bitmemiş yetimlerin, şehitlerimizin kanlarıyla kazandıkları o topraklar rant uğruna birilerine alın teri olmadan, maddi karşılığı olmadan geçmiş olmasaydı. Köylerdeki orman olmayan topraklar köylülere dağıtılmış olsaydı da köylüler köylerinde kalmaya devam etselerdi.

Her on yılda bir yapılan darbeler her yapıldığında ülkemizi onlarca yıl geriye götürmeseydi de bugün uzaya kendi uzay aracımızla çıkabilseydik. Hiç olmazsa o cuntalar,  bu konularda devlete millete faydalı olsaydı ve buna bile razıydık, cebir kullanarak bu sorunları çözebilselerdi. Kendilerinde vizyon, vatan millet sevdası olsaydı yaparlardı zaten.

Ne siyaset kurumu ne de darbe sever cuntalar, bu işleri bir düzene koyamadığı için biz masum insanlar da bu yanlışların ceremesini çekmeye devam ediyoruz.

İnsanları memnuniyetsizliğe, hep üretmeden eleştiri yapmaya alıştırdık. Mesela, yüzde 98 dışa bağımlı bir hava kuvvetleri yapısıyla hangi eleştiriyi niçin yapabiliyorsun kardeş? Vicdana sığar mı bu yaptığın?

85 milyonluk bir ülkede 16 milyon emekli yaşıyor. Bunların da emeklilik yaşı ortalama 45... Avrupa’da ortalama 64...

Yine 85 milyonda 23 milyon 18 yaş altı yani çocuk nüfus yaşıyor.

Sonra da emekli maaşım niye az? Emekli yaşım niye yüksek?

Gelmiş geçmiş ve halen geçmemiş idarecilerimizin gözleri aydın.

Eserinizle ne kadar övünseniz az gelir.