Ben, doğduğum köyde, bundan 65 sene öncesinin, teknoloji harikası olan radyoları dinleyerek büyüdüm diğer yaşıtlarım gibi...

O zamanın düğünlerinde ‘çalgıcılar’ gelirdi köyümüze. Onlara yapılan hürmet, padişahlara bile yapılmamıştır herhalde. Onlar da bu muameleleri karşılıksız bırakmaz, sazlarına, cümbüşlerine, kemanlarına sarılırlar;

5-97

“Şu Sille’den gece geçtim görmedim annem

Acı da tatlı sular içtim ölmedim annem.” 

1-175

Türküsünü ve daha birçok havaları çalarak karşılık verirlerdi bu ilgi ve kendilerine edilen hürmete... Diyebilirim ki ben, ‘Sille’ ifadesini ilk o çalgıcılardan duymuştum.

Yine radyolardan ve 45’lik plaklardan, Rıza Konyalı’nın kendine has üslubu ve tavrıyla çalıp söylediği ve köylülerimizin çok büyük bir iştahla dinleyip oynadıkları bir türküydü Sille Türküsü.

2-150

Ben bu türküyü duyduğumda aslında, Sille ile ilgili bir bilgi sunmazdı bana. Dinleyip geçtiğim, bazen de söyleyenlere iştirak ettiğim, sevilen bir türküydü o kadar...

İlkokulu bitirip devlet parasız yatılı okulu kazandığım 1970’li yılların başında, okulumun Ereğli İlçesinde olması sebebiyle ve o tarihlerde henüz Seydişehir Konya yolu açılmamış olduğundan dolayı, Konya’ya Beyşehir üzerinden ulaşırdık. Otobüsümüz Akyokuş’tan kıvrıla kıvrıla iner, Şeker Fabrikası istikametinden, İhsaniye’den şimdiki Kule Site’nin olduğu yerde bulunan halen kullanılan otogardan önceki otogara ulaşırdık.

3-140

Bir iki yıl kadar bu güzergâhı kullandıktan sonra bir gün otobüsümüzün aynı güzergâhtan gitmek yerine Konya’nın dışına doğru yöneldiğini gördük. Sanırım 1973 yılı olmalı... Otobüste bulunan büyüklerimizin konuşmalarından, otobüsümüzün ‘yeni açılan çevre yoluna yöneldiği’ ile ilgili konuşmaları hala hatırlıyorum. Etrafında hiçbir evin bulunmadığı, uçsuz bucaksız bir ovanın ortasına bu çevre yolunun açılmasının ‘gereksiz olduğuna’ dair konuşmalardı bu konuşmalar. Bu yol şu an Beyşehir Çevre Yolu diye bilinen, kenarında benim de evimin bulunduğu Başkent Hastanesi ve Dedeman Otel güzergâhından geçen yoldu.

Gerçekten de seyahat ettiğimiz yol koskoca bir ovanın içinden geçiyor ve uzaktan uzağa köyler görünüyordu.

4-127

Yine büyüklerimizin konuşmalarından anladığım kadarıyla, sağ tarafımızda uzaktan uzağa görünen Tekke Köyü, Ovanın orta yerinde sonradan Elmas Kur’an Kursu olduğunu öğrendiğim bir külliyeye ait büyük bir cami inşaatı vardı. Sol tarımızda dağın neredeyse dibinde görünen Hoccıhan (Hoca Cihan) Köyü ve biraz daha ileride Sille Köyü görünüyor ve yolcular da bu mevzuyu konuşuyorlardı.

“Sille” ifadesini duyunca, çocukluğumun ilk günlerinden itibaren düğünlerde dinlediğim “Şu Sille’den gece geçtim, görmedim” diyen Rıza Konyalı geldi aklıma... Demek ki Rıza Konyalı buralardan gündüz hiç geçmediği için Sille’yi de görememiş” diye düşündüm. O görmemişti ama onun “görmedim” dediği Sille’yi ben şimdi bu yoldan gündüz vakti geçerek görmüş oluyordum.

Tabi otobüsümüz son hızla otogara yaklaşıyor, benim de içimde, hasret duygularım daha fazla depreşmeye başlıyordu.

Köydeki düğünlerde söylenen Sille Türküsü’nün kaynağı olan Sille’yi görmüş olmak, köyden ayrılmanın, yüreğimin hasretlere bürünmesini engelleyemiyor, otogardan bir başka otobüse binip zaten 200 kilometre uzaklaştığım köyümden bir 200 kilometre daha uzaklaşacağımın hüznü çöküyordu üzerime.

13 yaşımda bir çocuk iken, etrafı uçsuz bucaksız, bomboş bir arazinin içinden geçen çevre yolunun bitişiğinde, 50 yıl önce uzaktan uzağa görünen Sille’nin hemen kıyısında kendi evimde ikamet ediyor olmam farklı duygulara sevk ediyor beni. Sille Yerleşimi ile çevre yolunun arasında uzanan uçsuz bucaksız arazide şimdi hiç boşluk dahi kalmamış olması, birbirinin üzerine binmişçesine evlerin inşa edilmiş olması, Konya’yı tanıdıkça, Sille’yi tanıdıkça çok daha farklı duygulara gark ediyor beni.

5000 yıl önce kurulan ve 5000 yıllık bu zaman diliminde çeşitli milletlere, topluluklara ev sahipliği yapan bu kadim yerleşme yerini gördükçe, onunla ilgili hikâyeleri, tarihçeyi okudukça, kendimi 5000 yıl önce, 3000 yıl önce buralarda yaşayan insanların içinde yaşıyor gibi hissediyorum.

1998 yılına kadar geçiş güzergâhı olarak içinden gelip geçtiğim Konya’ya o yıl sürekli olarak yerleşmiş oldum. Yani benim Konya ile ilgili hafızam 1972 yılına kadar iniyor olsa da Konya’yı asıl tanımaya başlamam, 1998 yılından itibarendir.

Memuriyetten 2005 yılında emekli olduktan sonra Konya Kültürü ve sanatı ile ilgili olarak çalışma yapan dernek ve ocakların içinde buldum kendimi. Daha doğrusu bu durum biraz da tasarlayarak oluşan bir durumdu. Ben faal görevde iken “emekli olduğumda neler yapabileceğimin” planlarını da aslında hayal kurarak yapıyordum. Biliyordum ki “hayaller, geleceğin gerçek planlamasıdır.”

Konya Aydınlar Ocağı Başkanımız Mustafa Güçlü’nün ‘3S’ diye adlandırdığı “Sille Salı Sohbetleri” programına katılmaya başladım. O sohbetler, bundan 10 yıl kadar önce Sille’de Sille Konağı denilen mekânda yapılıyordu.

Mekân, tarih kokan bir mekândı. Bu konağı görünce,  Amasya’nın Merzifon İlçesi’nde görev yaparken, sıklıkla Şehzadeler Şehri Amasya’ya giderdim. Yeşil Irmak’ın kenarında bulunan konaklar, özellikle de Hazeranlar Konağı geldi aklıma. Böylece, Sille’den Amasya’ya hemen bir köprü kuruvermiştim.

Sille Konağı’nda defalarca Salı Sohbetlerini ve birkaç kere de Sille Baranasını takip ettiğimi hatırlıyorum. O zamanlarda ve daha sonraki zamanlarda Sille’yi gezme imkânım oldu. Tarihçi ve Takkeli Dağ (Gevale Tepesi) Kazı Başkanı Prof. Dr Ahmet Çaycı Hocamızın davetiyle gezme ve tanıma imkânı buldum. Gevale’den Sille’yi seyretme bahtiyarlığına eriştim onun sayesinde.

Her bir karışı tarih kokan bu yerlerde yaşayanların, bin yıllar boyunca kardeşçe yaşadıklarını, Türk-Rum ya da Müslüman-Hristiyan ayrımı olmadan barış ve hoş görü içinde bir arada yaşadıklarını bizzat o tarihte yaşamış olan Sillelilerin bugünkü torunlarından ve tarihçi hocalarımdan öğrendim.

Kiliseleri, camileri, hanları, hamamları, sokakları gezerken oralarda ibadet edenlerle, ticaret yapanlarla, muhabbet edenlerle konuşur gibi oldum.

Yunanca TV kanallarında ve internet ortamlarında mübadele ile Yunanistan’a gönderilen ve buraların insanı olanların ağzından “Şu Sille’den gece geçtim görmedim amman” türkülerini dinledikçe, devletlerarası huzursuzlukların, savaşların anlamsızlığı çakılıyor anlımın ortasına mıh gibi.

Sille’den ve Konya Bölgesinden, gurbete para kazanmak için gidenlere ‘Aydın’a gitmek’ denildiğini duyduğumda, çocukluğumda, köyümüzden dışarıya çalışmaya giden babalarımız geldi aklıma. Gurbete gidilmesine, ‘İzmir’e gitmek’ denildiği ve köyümün çileli insanları geldi aklıma.

Sille halkının o tarihlerde hangi işlerle meşgul olduklarını ve ne kadar vergi mükellefi bulunduğunu, tarihi vesikalar üzerinden öğrenmiş oldum.  “Çanak çömlek” işleriyle de iştigal edildiğini hatta bu mesleğin Sille’de ön sıralarda yer aldığını da öğrendim.

Ege bölgesine, iklimin de müsait olması sebebiyle, çanak çömlek yapmak için giden Sillelileri duyduğumda, sık sık yaptığım İzmir-Konya seyahatlerimde gördüğüm, yol kenarlarındaki çanak çömlekçilerin, ‘acaba o tarihlerde bu mesleği yapmak için oralara giden Silleliler mi?’ olduğunu düşündüm.

Selçuklu Belediyesi’nin öncülüğünde Necmettin Erbakan Üniversitesi, Silleyi Kalkındırma ve Tanıştırma Derneği, Kapadokya Araştırma Merkezi, Yunanistan Sille Derneği, Küçük Asya Araştırmaları Merkezi işbirliğinde gerçekleştirilen 2. Uluslararası Sille Sempozyumu’nun yapılacağını öğrenince ilk oturuma katılma fikri oluştu bende.

2. Sille Sempozyumu’na Konya Aydınlar Ocağı Başkanımız Dr. Mustafa Güçlü ile birlikte katıldık.

Yazımın ilk satırlarında “yatılı okul” olarak bahsettiğim ve köyümden 400 kilometre uzaklıkta bulunan İvriz İlk Öğretmen Okulu’ndan sınıf arkadaşım S.Ü. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Alaattin Aköz’ün, 2. Sille Sempozyumu’nda kendilerinin de bir sunum yapacağını duyunca sempozyuma katılma isteğim daha da arttı. 

Prof. Dr. Alaattin Aköz Hocamızın sunumu gerçekten harikaydı.

Alaattin Hocamızın ve sempozyumda sunum yapan diğer hocalarımızın tarihin derinliklerinden derleyip bizlere aktardıkları bilgiler ışığı altında, Sille’de yaşayanların soyağaçlarını, isimlerini, soy isimlerini, lakaplarını, yaptıkları işleri, vergi mükellefi sayılarını dinledikçe ırkı, inancı ne olursa olsun o tarihlerde, birlikte yaşama kültürün örneklerini verdiklerine dair bilgiler edindim..

Sille’de ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayıp Türkçe konuşan ve Türkçe isimler alan gayri Müslümlere(Gebran)  ‘Karamanlı’, konuştukları dile ise ‘Karamanlıca’ denildiğini öğrendim.

Prof. Dr. Alaattin Aköz Hocamızın anlattığı Sille tarihi ve kültürü konusunun sonunda özet olarak;

‘İslam toplumunun Hristiyan toplumunu asla baskı altında tutmadığını, Şeriyye Sicillerinde bulunan pek çok kaydın, bunun ispatı olduğunu söylemesi’ çok ilgimi çekti.

‘Bu kayıtlarda; Zımmi-Mslüman münasebetlerinin çok iyi olduğu, birbirleriyle ticaret yaptıkları, borçlandıkları, birbirleriyle ilgili davalarda şahitlik yaptıkları, birbirlerine vekil ve kefil oldukları ve daha da önemlisi aynı mahallelerde komşu oldukları, birlikte oturup kalktıkları’ gibi bilgiler gerçekten  harika bilgilerdi.

‘Sille’nin merkezinde bulunan, büyük kilisenin (Aya Elena Kilisesi) Grek alfabesiyle Türkçe yazılan bir kitabesinde, kilisenin Şubat 1833 yılındaki tamirinin Sultan Mahmut ihsanıyla gerçekleştirildiğinin belirtilmesi ve ondan saygı ile bahsedilmesi’ yine dikkat çeken hususlardandı.

Yine “Şeriyye Sicillerinden anlaşıldığı üzere, Hristiyan tebaanın, ibadetlerini rahat yapabilmeleri için, Osmanlı’nın, onların lehine düzenlemeler yapmış olduğu, ibadetlerini engelleyecek hususları fermanla bertaraf ettikleri” konuları kayda değerdi...

“Osmanlılardan bize ulaşan kayıtlarda, Hristiyan tebaa üzerinde Türk toplumunum ve yöneticilerinin herhangi bir şekilde baskı kurmadıklarını, açıkça göstermektedir.

Şu halde bu insanların Türkçe konuşmaları ve Türkçe isimler almaları, tamamıyla kendi tercihleridir. Bu tercihin sebeplerini de kendi kültürel mazisi ile tarihin derinliklerinde yatan serüvenlerinde aramak, en doğru iş olacaktır.” ana fikri ile biten sunum harikaydı... Alaattin Hocamızın bilgisine, hitabetine sağlık...

Ayrıca kendisi,  yedi göbekten Silleli bir ailenin evladı olan ve zaman zaman Sille’de bulunan ve Sille Bağlarındaki evinde bizleri misafir eden ve epeyce bir zamandır Konya’da Selçukya Kültür Sanat Derneği tarafından tertip edilen ‘Selçukya Şiir Akşamları’ programları sayesinde tanışmış olduğum Ahmet İnci Bey’in de sunumu vardı.  

Silleli Şair Figani’nin torunu, Silleli Şair Mansur’un oğlu Ahmet İnci Bey’in de ‘Silleli Şairler’ konulu bir sunumunu da dinlemeyi umarken, onun programının ertesi gün olduğunu yine orada kendisinden öğrenmem, benim için bir hayal kırıklığı oldu. Zira ertesi gün bir başka programım vardı ve sunumunu takip edemeyecektim.

Benim de amatör bir şekilde uğraşı alanım olan şiirin ve şairlerin bu sempozyumda yer bulması da katılmamın bir başka gerekçesiydi. Ertesi gün o sunuma katılamadım ama merakımı Ahmet İnci Bey’in kendi sayfasına yüklemiş olduğu sunum kaydını içeren videosunu baştan sona izleyip dinlediğimde rahatlamış oldum.

Ahmet İnci Bey, dedesi olan Silleli Şair Figani ve babası olan Silleli Şair Mansur’u çok güzel bilgiler ve harika bir dille anlatmış. 

“19. Asır, halk edebiyatında saz ve söz âşıkları bakımından Sille’de çok önemli bir dönemdir. Dönemin ilk akla gelen şairleri olarak, Sururi, Zehri, Fişani, Nigari, Merdani ve Figani gelmektedir. Sonraki dönemler, Figani’nin oğlu olan Mansur ile devam etmiştir.” diyerek konuşmasına başlayan Ahmet İnci Bey’in, kendisinin, Figan’nin torunu, Mansur yani Eyüp İnci’nin oğlu olduğunu da dinleyenler öğrenmiş oldular böylece...

Figani;

Mahlasım Figani, adımız Osman

Sorarsan garyesin, Sille’dir vatan

Seksen dört tarihi olsun gayegan

Ol vakit gelmiştir fani dünyaya.

Şeklindeki dörtlükle kendisinin doğum tarihini r. 1284- m. 1868 olduğunu ne güzel de anlatmış. Ahmet İnci Bey’in anlatımından, o tarihlerde Sille’de yaşayan Müslüman Türk halkının, ziraat, hayvancılık, inşaat ustalığı, testicik ve tuğlacılık işleriyle iştigal ettiğini öğreniyoruz. 

Yine 5 ay Sille’de 7 ay gurbette yani “Aydın’da” kalarak geçimlerini temin ettiklerini tekraren öğrenmiş oluyoruz.  Gurbetin adı “Aydın” ya da “İzmir” olarak biliniyor. Figani’de tüm bu olanlardan etkileniyor tabi. Meslek olarak testiciliği seçmiş olsa da yine de 7 ay gurbete gitmekten kendisini kurtaramıyor.

KENDİ AHVALİM isimli şiirinde kendisini şöyle anlatıyor.

İstersen haberdar olmak efendim

Vatanım Sille’de bir evim vardır.

Kalbi tasdik idüp Hak’ka güvendim.

Gizli derunumda ezberim vardır

Figani ayrıca o zamanın alfabesi olan Osmanlıca elif B’asına da bir şiir yazmıştır.

Elif ile ahım artar eksilmez

B ile bahtımız pek kara geldi.

T ile tenimde terim tükenmez,

S ile sıkletten can dara geldi.

Diye devam eden şiir, Figani’nin 1926 yılında vefat etmesi sebebiyle o tarihten önce yazıldığı ve 1928 yılında yapılan harf devrimi henüz yapılmadığı için Osmanlıca alfabesindeki harflere göre yazmıştır.

Figani’nin oğlu Eyup’tur adım.

Şairlik kanımda sanmayın yâdım.

Anneden babadan mahrum kalınca

Felek bozdu benim ağzım tadım.

***

Geldik bu dünyaya hep gitmek için,

”Külli nefsin zaikatül mevt” için

Durma ağla nefsini ıslah için

Mansur’um nasırıma bel bağladım.

Eyüp İnci (Mansur)  Figani’nin oğludur. Ahmet İnci Bey, babası Mansur’u şöyle anlatıyor. Sille Ak Mahalle 72 numaralı evde r. 1323-m. 1907 yılında dünyaya gelmiştir.

Sille Belediyesi’nde muhasip olarak çalışmış,  Ak Mahalle Mektebi’nde ilk tahsilini yapmış, yine Sille’deki Mekteb-i Fuyuzat (ortaokul)’a girmiş ve bitirmiştir. Daha sonra Gazi Lisesi, Darul Muallim okulu, yatılı kısmına kayıt olmuş ancak yüklenme senedini imzalatacak bir kefil bulamadığı için okuldan ayrılmak zorunda kalmıştır. Babası Figani’nin de vefat etmesi sonucunda geçim derdiyle on yıl kadar gurbetçilik yapmak zorunda kalmıştır. Daha sonra 1937 yılında Sille Belediyesi’ne muhasip olarak girmiş ve 1966 yılında emekli olmuştur.

Âşık Mansur’da babası Figani’nin yolundan gitmiş ve şiirle uğraşmıştır. O da geleneği devam ettirmiş ve Türk Alfabesindeki harflere şiir yazmıştır.

A ile açlıktan benzim sarardı,

B ile baklava börek ister.

C ile çılbırla mıkla arardı

Ç ile çorbadan başlamak ister,

diye devam eden şiirin şairi olan Aşık Mansur, 15 Mart 1991 yılında vefat etmiştir.

Neticede Sille tüm Türkiye’de hatta Türkiye sınırları ötesinde bir zamanlar Müslüman ve Hristiyan, Türk ve Rum demeden bağrında besleyip büyüttüğü, insanlarla birlikte isim yapmıştır.  Yunanistan ve Avrupa memleketlerinde adı bilinen, adına yakılan türkülerin söylenmeye devam ettiği şimdi de Türkiye Cumhuriyeti Devletine ait kurumlarca özellikle de Selçuklu Belediyemizin emekleri ve gayretiyle aslına uygun bir şekilde yenilenmektedir. Tarihine, kültür mirasımıza sahip çıkan insanlarımız sayesinde isminden bahsettiren bir yerleşim yeri olarak hayatiyetini sürdürmektedir.

Sadece yurtiçinden değil, yurtdışından da akın akın ziyarete gelen turistler sayesinde Türk ekonomisine turizm yönünden de katkı sunan şirin ve kadim bir yerleşim yeri olan Sille, Ahmet İnci Bey’in aktarımına göre hiç bir dönemde ‘köy’ olmamıştır.

Mesire yerleri ve gezip görülecek coğrafi ve tarihi özellikleriyle Sille harika bir yerleşim yeri olmaya devam etmektedir.

Benim,  Sille ili ilgili bu yazımı yazmama sebep olan 2. Uluslararası Sille Sempozyumu ‘nu düzenleyen Selçuklu Belediyemize ve bu sempozyumda emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum.