Hayat, bazen bizi zorla yavaşlatır. İnşa ettiğimiz her şey yıkılır gibi olur, ve biz, o yıkıntıların ortasında, yapayalnız kalırız.
Küçük rahatsızlıklar, büyük uyuşukluklar
İnsan, rahatsız olduğu bir hayata da alışabilir. Eksik, kırık, yarım bir mutluluğun içinde, "hiç yoktan iyidir" diye diye yıllar geçirebilir.
Bu, Beta Bölgesi’nin tuzağıdır. Ne tam anlamıyla mutsuzsun, ne de gerçekten mutlusun. Bu gri alan, insanın iç enerjisini yavaş yavaş emer. Farkına varmadan, kendi hayatını küçük acılarla geçiştiren biri olursun.
Nietzsche der ki: "Acı çekmemek için sıradanlaşmak en büyük trajedidir."
Bazen tam anlamıyla yıkılmadıkça, sıradanlaşmanın ne büyük bir kayıp olduğunu anlayamayız. Çünkü küçük rahatsızlıklar, insanı değiştirmez. Ancak büyük sarsıntılar, yerleşmiş korkularımızı ve yanlış alışkanlıklarımızı kökünden söker.
Darbe anı, kırılmak mı, kurtulmak mı?
Gerçek değişim, çoğu zaman bir kırılma anıyla gelir. Sarsılırız. Dizlerimizin üstüne çökeriz. Ve tam o an, yıllardır katlandığımız, tolere ettiğimiz şeyler gözümüzde bütün çıplaklığıyla belirir.
Artık yokmuş gibi yapamayız. Çünkü hayat, bizi kendi gerçeğimizle yüzleştirir.
Seneca'nın sözlerini hatırlayalım: "Bizi yıkan şey, felaketin büyüklüğü değil; ona hazırlıksız yakalanmış olmamızdır."
İşte Beta Bölgesi Paradoksu burada devreye girer. Bir darbe geldiğinde iki seçeneğimiz vardır: Ya daha da küçülüp kendi içimize kapanırız, ya da kırıklarımızı taşıyarak yeni bir yola çıkarız. Kimi zaman bir ihanet, kimi zaman bir kayıp, bazen bir iflas... Hepsi bir tür "zorunlu uyanışa" dönüşebilir. Çünkü hayat, kimi yıkımların içine kurtuluş tohumları gizler.
Yıkım sonrası inşa, küllerinden doğan hayat
Gerçek dönüşüm, yıkıntıların arasında başlar. Kaybettiğimizi sandığımız şeyler, aslında taşımaktan yorulduğumuz eski yüklerdir çoğu zaman. Ve o yükler yere düşünce, ilk kez özgürce nefes alırız.
Epiktetos şöyle der: "Dışarıda olanlar seni yıkamaz, ancak onlara verdiğin anlam seni yıkar."
Bir kaybın, bir başarısızlığın ya da büyük bir hayal kırıklığının ardından, insan isterse kendini yeniden kurabilir. Ama bu sefer daha hafif, daha bilinçli ve daha özüne sadık bir şekilde...
Çünkü anlarız ki: Hayat nihai bir başarı hikayesi değildir. Bir varış noktası da yoktur. Sadece kendi doğamıza daha sadık yaşayabileceğimiz, her gün yeniden yazılan bir yolculuk vardır. Kendi hikayemizin yazarı olmak, işte bu noktada başlar. Ve bazen, en karanlık günlerde bile yazabileceğimiz en güzel cümle şudur: "Buraya kadar geldim. Şimdi yeniden başlayabilirim."
Öz şefkat ve kendi yanında olmak
Yıkıldığımızda, kaybolduğumuzda, kimse anlamasa da kendi elimizden tutmamız gerekir. Çünkü hayat bazen öyle bir sınar ki bizi, çevremizde alkış da kalmaz, teselli de. İşte tam o anlarda, insanın kendi içinde bulduğu şefkat, gerçek kurtuluşun anahtarıdır.
Seneca fısıldar gibi şöyle söyler: "İnsanın kendi ruhuna iyi davranması, ona başkalarının vereceği bin teselliden daha değerlidir."
Bu yüzden, her tökezleyişte kendimize acımasızca yüklenmek yerine, "Ben elimden geleni yaptım.", "Şu anda üzgünüm ve bu insani bir şey.", "Bu acının içinden geçebilirim." demeyi öğrenmeliyiz.
Çünkü kendimize duyduğumuz merhamet, yaralarımızı kabullenmekten ve onlara nazikçe bakabilmekten geçer. Yine de en büyük gücümüz, en zayıf hissettiğimiz anlarda bile kendimize bir dost gibi yaklaşabilmemizdir.
Arthur Schopenhauer'ın dediği gibi: "Acıyı kabullenmek, hayatın özüyle barışmaktır."
Gerçek iyileşme, başkalarının bizi onarmasında değil, kendi kırık parçalarımızı sevgiyle kucaklayabilmemizde saklıdır.
Yıkıntıların üzerinde yeşeren yeni hayat
Bir şeyler yıkıldığında, yalnızca kayıplarımızla kalmayız, aynı zamanda görünmeyen bir alan açılır önümüzde, yeni bir hayatın, yeni bir kendiliğin filizlenebileceği bir alan.
Carl Gustav Jung şöyle der: "Her şey çöktüğünde, ancak o zaman gerçek kendinle karşılaşırsın."
Kaybettiğimiz şeyler kadar, onların bıraktığı boşluk da değerlidir. Çünkü bazen, eski hayallerimizin yıkıntıları arasından, gerçek benliğimiz başını kaldırır.
Zor zamanlar, kim olduğumuzu, neyi gerçekten istediğimizi ve neyi artık ardımızda bırakmamız gerektiğini öğretir. Ve her büyük acının içinde, görülmeyi bekleyen bir "yeniden doğum" tohumu gizlidir.
Unutma! Kırıldığımız yerde daha dayanıklı oluruz. Kaybettiğimizde yeni değerleri keşfederiz. Yıkıldığımızda, yeniden inşa etmek için alan buluruz.
Gündüz Vassaf’ın dediği gibi: "Rüzgar ne kadar sert olursa, ağaç köklerine o kadar sıkı tutunur."
Belki de hayat, hiçbir zaman baştan sona kusursuz bir hikâye değildi. Belki de hayat, defalarca kaybolup, defalarca kendini yeniden bulmakla ilgiliydi. Ve her kayboluş, her kırılış, her boşluk, daha derin bir anlamın sessiz davetiyesiydi bize.
Bu yüzden artık yıkıntıların üzerine bakarken, sadece kayıpları değil, yeni bir hayatın filizlenmesini de görmeyi öğrenmeliyiz.
Yıkılanın ardında kalan..
Hayat, bazen bizi zorla yavaşlatır. İnşa ettiğimiz her şey yıkılır gibi olur, ve biz, o yıkıntıların ortasında, yapayalnız kalırız. Ama tam da orada, hayatın gizli eli çalışmaya başlar. Bizi aşınmış maskelerimizden, eskimiş korkularımızdan arındırır. Bizi, gerçek özümüzle, kırılgan ama sahici benliğimizle karşı karşıya bırakır.
Kaybolmak bir son değil, bir çağrıdır. Yeniden doğmaya, yeniden anlamaya ve yeniden sevmeye dair bir çağrı.
En değerli anlar, bütün hedeflerin, bütün kimliklerin dağıldığı o sessiz anlarda gizlidir. Ve biz, en karanlık zamanlarımızda bile, içimizde sönmeyen bir ışık taşıyoruz, 'özlemimizin ışığı'.
Bize düşense, o ışığa güvenmek. Hayat ne kadar sert darbeler indirirse indirsin, içimizde hâlâ filizlenmeye hazır bir tohum olduğunu unutmamak.
Çünkü sonunda, yıkılan her şey, yeniden inşa edilmeye başlar. O yeni inşa, belki de bu kez, gerçekten bize ait olur.