"Zihin bir labirenttir, bazen kendi izini bile kaybeder."
Kimi zaman uyanırız ve her şey yerli yerindeymiş gibi görünür. Perdeden süzülen ışık, kedinin sessiz huzuru, kahve kokusu... Ama içimizde bir şey eksiktir. Zihnimiz, aynı düşüncelerin kıvrımında kaybolmuş, sürekli aynı sorularla dönüp duruyordur. Aslında düşünmüyoruz, sadece düşüncelerin içinde savruluyoruz.
Bazı düşünceler sessiz bir nehir gibi akar; serinletir, canlandırır, berraklık verir. Ama bazıları girdap gibidir. İçine çeker, döndürür ve bir noktada yön duygumuzu yitiririz. Hep aynı sorularda debeleniriz çünkü onları çözmek istemekten çok, alışmışızdır onlara. Ve işin tuhafı, bu durum fark edilmediğinde tehlikelidir. Zihin alıştığı acının içinde bir konfor alanı yaratır. Sartre’ın dediği gibi, "İnsan özgürlüğe mahkumdur" ama bazen kendi iç hapishanesinde gardiyanı da kendisidir.


"Kendi kendini tekrar eden düşünceler, zihnin yankılanan boşluklarıdır."
Psikolojide buna "ruminasyon" denir. Aynı düşünceyi defalarca çiğnemek ama bir türlü yutamamak. Bu haliyle zihin, bir nevi çorak toprağa benzer. Ne ekiyorsak, onu büyütürüz. Sürekli kaygı, pişmanlık, eksiklik… Bunları ektikçe yeşeren şey umut değil, daha fazla bulanıklık olur.


"Ama insan, kendi zihninden ibaret değildir."
Burada devreye çevremiz girer. Bir ormana adım atmak, denizin ufkuna bakmak, toprağa dokunmak… Tüm bunlar zihinsel haritamızı yeniden çizer. Modern bilim de bunu destekler. Doğayla temas kortizol seviyesini düşürür, beynin prefrontal korteksini sakinleştirir. Yani sadece bedeni değil, zihni de rahatlatır. Nietzsche'nin o çok bilinen sözü tam da bu yüzden yankı bulur: "Doğa, insanın ruhunu tedavi eder."


"Aydınlığa çıkış bir hedef değil, bir fark ediştir."
Zihinde kaybolduğumuzu fark ettiğimiz an, aslında ilk adımı atmış oluruz. Bu adım çoğu zaman devrimsel değil, sessizdir. Bir sabah uyanırız ve artık aynı düşünceye aynı şiddetle tutunmadığımızı fark ederiz. Belki hala üzgünüzdür, hala cevapsız sorular vardır… Ama o soruların cevapsız da var olabileceğini kabul etmeye başlarız. İşte bu kabulleniş, yaşamla dansın başladığı yerdir.


"Karanlıktan çıkan her ruh, daha çok şey görür."
Kendi içinde kaybolan insan, bir noktada yönünü kaybetmiş olsa bile, içsel bir harita çizer zamanla. Oradan oraya savrulurken aslında neyi istemediğini, neyin onu incittiğini, neyin onu tekrar tekrar kendine çektiğini fark eder. Bu farkındalıkla birlikte doğan sade bir cesaret vardır: “Tamam, şimdi buradayım. Bu ben’im. Ve bu da benim yolum.”
İşte o an, tüm düşünce girdapları sessizleşir. Çünkü artık mücadele eden biri yoktur. Gözlemleyen biri vardır. Belki hala karanlıktayızdır, ama bu kez orada bir mum yanmaktadır. Ve bu mum, dışarıdan biri tarafından değil, kendi ellerimizle yakılmıştır.


"Aydınlık her zaman parlak değildir; bazen sadece yönü gösterir."
Zihnimizde kaybolmak, çoğu zaman yalnızlığın en derin haliyle karşılaşmaktır. Kimsenin ulaşamadığı, bizim bile çoğu zaman girmeye cesaret edemediğimiz bir iç odada otururuz. Ama işte o oda (korkularımızın, özlemlerimizin, pişmanlıklarımızın yankılandığı o oda) bizi en çok büyüten, en çok değiştiren yerdir.
Dış dünya bizi ‘iyi’ olmaya çağırır, ama iç dünya ‘gerçek’ olmaya. Biz ikisinin arasında sıkışırız. Ancak o karanlıkta geçirdiğimiz zaman, bize kendi sesimizi duymayı öğretir. Ve bir sabah, belki pencereye konan kuşun kanat sesinde, belki bir şarkının sözlerinde, belki sadece nefes alışımızda bir değişiklik hissederiz. Düşüncelerimiz hala bizimledir ama artık onlar bizi yönetmez; biz onlara göz kulak oluruz.
İşte bu da aydınlıktır. Coşkulu bir ferahlık değil belki. Ama huzurlu bir kabul. Ve o kabul, bir çiçek gibi usulca büyür içimizde. Kendi varlığımızla barışmanın ilk meyvesidir bu: yönümüz belirsiz olabilir, ama artık yürümekten korkmayız.