“Dünya ilk bakışta sana bir vaat gibi gelir,” der Albert Camus, “ama sonra onun bir yanıtsızlık olduğunu keşfedersin.

Bazen bir sabah uyanırız ve dünya hafiflemiş gibidir. Gözlerimizin önünde uzanan sokak, sıradanlığından sıyrılır; sanki her adım bir ihtimale açılmaktadır. Gökyüzü, alışıldık mavisinden daha derin görünür, rüzgar bile sanki bir şeyler fısıldar kulağımıza: “Her şey olabilir.”
Bu anlar nadirdir. Ama o nadirlikleriyle aklımızda yer ederler. Bir ihtimalin eşiğinde durmak, henüz olmamış şeylerin heyecanında beklemek… Bu duygunun bir adı varsa, o da "yaşama umudu" olabilir.
Ve sonra?
İşte sonra, bir şey olur. Belki hiçbir şey olmaz. Belki beklediğimiz mucize kapıyı çalmaz. Hayalini kurduğumuz hayat bizden geçip gider. Ya da biz, bir kez daha erteleriz kendimizi. Bu sonsuz ihtimallerin coşkusunu bir boşluk izler.
“Dünya ilk bakışta sana bir vaat gibi gelir,” der Albert Camus, “ama sonra onun bir yanıtsızlık olduğunu keşfedersin."
İşte o yanıtsızlıkla yüzleştiğimizde, en çok o zaman kayboluruz. Çünkü her şeyin mümkün olduğu hissi, aslında bizim içsel genişliğimizdir. Kendimizi büyük hissettiğimizde dünya da büyür. Sonra küçülürüz... İçimize kapanırız. Ve dünya da daralır.
Mümkünlükten yoksunluğa: varoluşsal sarkaç
Bir şeylerin olabileceği hissi, yaşama duyduğumuz arzudan doğar. Ama her şeyin olamayacağını kabul ettiğimizde, o enerji içimizde sıkışır. Bu sıkışma bazen kaygı olur, bazen öfke, bazen de keder.
Jean-Paul Sartre, “Özgür olmaya mahkûmuz,” derken belki de bu ikilemi anlatıyordu: Tüm seçimlerin bizde olduğu, ama sonuçların bizi bulduğu o tuhaf gerilim.
Kimi zaman kendimizden bile uzaklaşırız. “Ben kimdim? Ne istiyordum?” sorularına cevap bulamaz hale geliriz. Çünkü “her şey mümkün” hissiyle yanarken, neyi gerçekten istediğimizi düşünmeye vakit ayırmamışızdır.
Beklentinin tükenişi..
Zygmunt Bauman, modern insanın beklentilerle kuşatıldığını söyler. Hep daha fazlasını isteriz. Hep bir “sonraki adım” vardır. Bu sürekli arayış, yaşamın anlamını ertelemeye dönüşür. Oysa belki de en sade gerçek, hayatın bir "olma hali" olduğudur.
Yine Gündüz Vassaf’ı hatırlayalım: “Hayatı planlamak, yaşamı öldürmektir.”
Her şeyin mümkün olduğunu hissettiğimiz o anı kaybettikten sonra gelen boşluk, bir son değil; belki de gerçek başlangıçtır. Çünkü artık hayal ettiğimiz değil, yaşadığımız şeyler vardır elimizde. Ve o an 'beklentisiz, sessiz, sade bir an' bize hakiki yaşamın kapısını aralayabilir.
Seneca şöyle der: “En büyük zenginlik, azla yetinmeyi bilmektir.”
Nietzsche, “Umut en büyük kötülüklerden biridir çünkü işkenceyi uzatır,” derken belki de bu anlara gönderme yapıyordu. Umutla şişen kalbin, boşlukla çöküşünü anlatıyordu. Ama tam burada başka bir filozof, Epiktetos devreye girer: “Kontrol edemeyeceğimiz şeylerin peşinden koşarsak, mutsuz oluruz. Kontrol edebileceğimiz tek şey tutumumuzdur.” Yani o boşluk, belki de bizimle konuşan bir öğretmendir.
Alan Watts, hayatı bir müzik parçasına benzetir: “Mesele, sona ulaşmak değil; o anda var olmaktır.” Belki de her şeyin mümkün olduğunu sandığımız o anlar, sona değil, sürece aitti. Çünkü hayatın kendisi, nihai bir amaca ulaşmak için değil; o mümkünlük duygusunu, geçiciliğiyle birlikte yaşamak içindir.
Peki ya biz? Biz neden o ihtimalin geçip gitmesine bu kadar üzülürüz?
Çünkü umut, bir şeyin olmasından çok, içimizdeki canlılık duygusudur. Ve o gidince sadece ihtimal değil, bir parçamız da sessizliğe gömülür. Fakat o parçayı yeniden bulabiliriz. Belki başka bir anda, başka bir ihtimalin ucunda.
İnsan zihni plan yapmaya meyillidir. Sebep-sonuç zincirleri kurar, olasılıkları kontrol etmeye çalışır. Bu sayede güvende hisseder. Ama çoğu zaman, yaşam bizim çizdiğimiz şemalara uymaz. Hayat kendi ritmiyle akar 'ne zaman başlayacağı, ne zaman biteceği, nereye varacağı' bizden bağımsızdır. Ve bu, acıtır. Çünkü biz yön vermek isteriz. Oysa bazı yollar, ancak yönsüz bırakıldığında belirir.
Taoist bilgelik şöyle der: “Yol, yürüyene görünür.” Lao Tzu’nun Tao Te Ching’inde yinelenen bir fikir vardır: “Bir şeyi kontrol etmeye çalışmak, onun doğasını kaybettirir.” Kendiliğinden olan bir çiçeği zorla açtıramazsınız. Zamanından önce açan çiçek ya solar ya da hiç tomurcuklanmaz. Yaşam da böyledir. Planlarımızı değil, içsel seyrimizi takip ettiğimizde gerçekten yaşamaya başlarız.
Marcus Aurelius da benzer şekilde yazmıştır: “Her şey sana olduğu gibi gelir. Sen sadece onları nasıl karşılayacağını seçebilirsin.”
Yani olanlar değil, olanlara verdiğimiz anlamdır yaşamı şekillendiren. Bazen ihtimaller elimizden kayar çünkü, onların bizim için zamanı değildir. Ve belki de, o kapıların kapanması başka kapıların açılmasına hizmet ediyordur henüz bilmediğimiz, henüz anlamadığımız yerlerden.
Gündüz Vassaf bir yerde şöyle der:
“Yaşam, planlarımıza değil, hayretimize değer.”
Belki de bu yüzden en unutulmaz anlar, hiç beklemediğimiz zamanlarda gelir. Ne zaman düşeceğimizi ya da ayağa kalkacağımızı kestiremeyiz. Ama olan olur. Ve o olan, biz kontrol etmeye çalışmadığımızda daha doğru bir yerden gelir.
Ve bazen…
Her şeyin mümkün olduğu bir dünyadan, hiçbir şeyin bizi beklemediği bir boşluğa düşeriz.
Çünkü hayat, sadece olanlarla değil
Ol(a)mayanlarla da şekillenir.
Her hayal gerçekleşmez, ama her kırık, içimizde yeni bir yankı yaratır.
Ve o yankıda, yalnızca yitirdiklerimizin değil, hala sahip olduklarımızın sesi de vardır.
Yürüdüğümüz yol tıkanabilir…
Ama bazen durmak, en derin yolculuktur.
Belki de yapmamız gereken,
Hayatı bir proje gibi değil, bir şiir gibi yaşamak.
Her dizesini anlamak zorunda kalmadan…
Ama her dizede kendimizi yeniden bulma umuduyla.
Hiçbir şeyin mümkün olmadığına inandığın bir anda bile,
Sen varsın.
Ve sen, hala değişebilirsin.
Hala düş kurabilirsin.
Hala başlayabilirsin.