Yol boyunca Neretva kâh genişleyerek, kâh daralarak, bazen de baraj olarak berrak, turkuaz yeşili suları ile yaşanan acılara nasıl dayandığını hal diliyle bizimle paylaştı.

Dağlarda yer alan şehitlikleri görünce gözlerimiz nemlendi.

Neretva vadisinin etrafımdaki dağlarda katmanlı yapıyı görünce merak ettik. Onun önemli bir maden olan ve binalarda ve çatılarda kullanılan ponza taşı olduğunu öğrendik.

Bosna acılarını sarmaya çalışmakta. Hayat devam ediyor. Boşnaklar, hayat dolu neşeli insanlar.

Mostar’dan Saraybosna arası 130 km. Jablanica’da mola verildi. Mahalli lezzet kuzu tandırları ya da kuzu çevirmeleri meşhur. Su değirmenleriyle pişen tandırdaki kuzular görenleri davet ediyor. Bosna su açısından çok zengin. Kaynak sularını her yer de görebiliyorsunuz. Jablanica’da restoranların yanında böyle bir kaynak sudan herkes gibi bizde içtik.

Malezyalı bir Müslüman aile ile tanıştık. İngiltere’den gelmişler.

Sadece tadacak değil, bakacak vaktimiz olduğundan kuzuları tandırda bıraktık.

Bosna’nın çeperine gelince rehberimiz Sırp keskin nişancıların hangi tepelerden saldırdıklarını göstererek anlattı. Güvenli bölge olan havaalanına kazılan ”Umut Tüneli” ile Bosna’nın nasıl nefes aldığını ifade etti. Sırpların, özellikle ırkçılıkla tarihi birçok binayı nasıl yok ederek, kültürel mirasa verdikleri zarar korkunç boyutta.

Saraybosna’da tanıdığımız bir aile ile bir öğrencim vardı. Aileye ulaşamadık. Talebem Muhammed’e ulaştım. Haberleştik. Gazi Hüsrev Bey camiinde buluştuk.

Gönül pusulasını aslı kıblesine yöneltmenin yolunu öğreten tasavvufun Bosna’daki en iyi örneği olan Blagay Tekkesi’ni görmek içimizde bir uhde olarak kaldı. Ah Program!

Biz tekrar Saraybosna’ya dönelim. Gazi Hüsrev Bey camisinin avlusunda Boşnak rehberimiz Sanya’yı dinliyoruz. Şehri “Balkanların Kudüs’ü” olarak tanıtıyor. Nedeni de 1 km çapında, camii, sinagog, Ortodoks kilisesi ve katedral bir arada varlıklarını sürdürüyormuş. Tabii, geçmişte. Her yerde olduğu gibi burada da Gazi Hüsrev Bey çeşmesi ile ilgili yakıştırmalar var. Söz gelimi çeşmeden bir kez içerseniz Bosna’ya tekrar gelmek gibi.(Biz daha önce gelmiştik. Dokuz sene sonra tekrar gelmek nasip oldu.)Eğer iki kez içerseniz, Bosnalılar sizinle evlenmek için kura çekerlermiş. Daha fazla içerseniz iş biraz tehlikeli, boşanma sizi bekliyor.

Sanya’nın dediği gibi bunlar sadece yakıştırma. Hedef cazibeyi artırmak.

Baş Çarşı’da Konya Kültür Park’ta gördüğümüz sebilin aslıyla hatıra resmi çektirme fırsatınız var. Baş Çarşı da Maraş’tan gelen dondurmacı da kazanç peşinde.

Şairin: “Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.”(M.Akif Ersoy),Diyerek övdüğü yiğitlerin Bosna’daki kardeşlerinin bulunduğu şehitlik ve Bilge Kral Aliya’nın kabrinde okunan Yasinler ve yapılan dualarla huzur bulduk. Hiç olmazsa bir Fatiha bıraktık hatıralarına.

Sönmeyen Ateş’in gerçekte doğal gazla yakıldığını ve Bosna’dakilerin yaşama azmini simgelediğini savaş zamanında sadece 2 dakika söndüğünü, âmâ Bosnalıların kurşun sesleri arasında tekrar yaktıkları ve Sırplara “İşte, buradayız” mesajını verdiklerini yine rehberimizden öğrendik.

Artık,ziyaretler bitti. En son restoran ziyareti kaldı.Cevapi (Boşnak Köftesi) yemek olarak menümüzdü. Hem caddede hem de lokantada bizim Muhammed’i tanıyan Bosnalılarla karşılaştık.

Boşnak Böreği ve kahvesini ne acı ki tadamadık.

Excuusive Hotel’e doğru yollandık.

SIRBİSTAN

Saraybosna’da otelde yapılan kahvaltı sonrası tekrar yollara çıktık. Atalarımızın Avrupa’nın kapısı olarak gördükleri Belgrad’ın kapısını açacağız. Bu kez Tuna’dan kafile ile değil otobüslerle geçeceğiz.

Rotamız, Saraybosna-Belgrad. Yaklaşık 300 km.

Yolumuz yaylalardan, köylerden, yeşilliklerin arasından ve en önemlisi Drina nehrini de takip ederek, Sırbistan sınırına ulaştık.

Sınıra yakın bir yerde bir mola verdik. Drina nehri’nin karşı tarafı Sırbistan’a ait bir köy. Nehrin Bosna yakasında harika manzaralar arasında yolcular sırasıyla anı biriktirdiler.

Karşıdaki köy camii olduğu için Müslüman köyü olmalı.

Nobel Ödülü sahibi İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” romanına konu olan Drina Köprüsü, Mimar Sinan’a Sokullu Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış,11 gözlü bu güne kadar sapa sağlam ulaşmış harika bir yapı.

Sırp sınır kapısında daha fazla güvenlik önlemi olduğunu gördük. Bunun nedeni de birkaç ay önce Kosova asıllı bir Rus vatandaşının sınır kapısındaki görevli Sırp polislerini öldürmesi ve devamında da kendisinin hayatını kaybetmesi imiş.

Sırbistan tarafına geçince Belgrad’a kadar gözünüzün gördüğü yer düz ova. Yol boyunca küçük köyler. Sırbistan özellikle tarım ve hayvancılıkta gördüğümüz balkan ülkeleri içinde en başta geleni. Uçsuz bucaksız ovalarda hasat bekleyen mısır tarlaları. Nasıl, Nil nehri Mısır için hayat ise, Tuna ve bilhassa Sava da Sırbistan için odur.

Belgrad

Sırbistan’ın başkenti ve en büyük şehri. Çevresi ile birlikte 1 milyon 700.000 nüfusu var. Şehrin Sırpça adı Beograd olup anlamı “Beyaz Şehir”. Şehir Osmanlı döneminde üç kez kuşatılmış.1440-1456 yıllarındaki kuşatma başarısız olmuş. Hatta Fatih’in 1456 yılında yaptığı kuşatma sonuç vermeyince Papa Hristiyan dünyasında her gün öğlen vakti çan çalınması kararını çıkarttırmıştır.

Şehri 100.000 kişilik Fatih’in askerine karşı savunan Macarlar bunu bir zafer günü olarak kabul ederler ve her yıl bunu kalede diktikleri mermer anıt önünde kutlarlar. Kalede söz konusu mermer anıtı biz de gördük. İlginç, tören günümüz de de yapılmaktadır. Hey! Osmanlı! Sen neymişsin? Senin bir kaleyi fetihle buluşturamaman bile bir kutlama vesilesi oluyor.

Film devam ediyor. Kanuni 1521’de büyük dedesinin kuşatmasından ders alıyor. Tuna ve Sava’ya İnce donanma göndererek, hem karadan hem de nehirden kuşatılan Belgrad beyaz bayrak çekiyor. Çekirge bir sıçrıyor, iki sıçrıyor, üçüncü sefer de ele geçiyor. Belgrad’ın hikâyesi de buna benziyor.

Belgrad Ormanı mı dediniz?

Evet! İstanbul’daki Belgrad ormanlarının, Sırbistan’daki Belgrad ile doğrudan ilgisi var. Nasıl mı?

Belgrad alındıktan sonra Kanuni sıkıntı çıkarma ihtimali olan birkaç üst düzey aileyi İstanbul’a zorunlu göç ettirmiş. Belgrad’dan zorunlu iskâna tabi tutulan bu aileler o zaman payitahtın dışında ormanlık bir bölgeye yerleştirilmiş. Sırp asilzadelerin yerleştiği yer zaman içinde Belgrad ormanları olarak anılmaya başlanmıştır. Bugün de o bölge Belgrad ormanları olarak bilinir.

İsterseniz biraz Sırbistan hakkında bilgi verelim.

Sırbistan Osmanlıya ilk isyan eden azınlık.(1804). Liderleri de Kara Yorgi.1878’de de Osmanlılardan bağımsızlıklarına kavuşurlar. (Berlin Antlaşması-1878).

Nüfusu, yaklaşık 7 milyon olan Sırbistan’ın yüzölçümü 77.474 km2 civarın dadadır. Nüfusun%82 lik kısmı Sırplardan oluşur. Müslümanların oranı çok düşüktür.( 278,212 Müslüman, nüfusun%4.2'si).

Diğerleri Hristiyan-Ortodoks. AB üye olmak için beklemektedir. Sırplar fanatik milliyetçilerdir. Kosova’nın bağımsız olmasını bir türlü içlerine sindirememektedir. Müslümanlar bir sorun yaşamadıklarını ifade ediyorlar. Türkiye ve Sırbistan arasındaki ilişkiler oldukça iyi.

Tekrar Belgrad’dayız. Düzenli, temiz bakımlı bir Orta Avrupa şehri.

Belgrad’da açık tek bir cami var Bayraklı Camii. Diyanet bir müftü arkadaşı camiye görevli göndermiş Maaşallah, gayretli bir arkadaş.

Üzüldük. Neden mi? Belgrad merkezdeki onlarca Osmanlı eseri bilerek tahrip edilmiş. Konuyu Sırp rehberimize sorduğumuzda: ”İkinci Dünya Savaşı’nda şehir yoğun bombardımana tutuldu. O eserlerde o dönemde yıkıldı” cevabını aldık. Biz de inandık (!).Nasıl bombalar mış ki, Avusturya-Macaristan eserleri ya yıkılmamış ya da çok az tahrip olmuş, âmâ Müslümanların eserleri yerle yeksan olmuş.

Bizim gittiğimiz günlerde caddeler Fransa bayrakları ile süslüydü. Sanırım bir üst düzey Fransız devlet adamı gelmiş. Sırp Fransız dostluğunu simgeleyen bir anıt “Fransa’ya Saygı” kalede yerini almış. Sırp yetim çocuklara sahip çıktıkları için Fransızlar çok sevilir. Rusya’dan sonra diyelim.

Kalede neler gördük?

Kale Meydanı, İstanbul Kapı, Leopold Kapı, Osmanlılardan kalma saat kulesi, Victor heykeli, surlardan Tuna ve Sava’nın panoramik manzarasını gördük. Osmanlı’nın nereden kaleyi ele geçirdiklerini keşfettik. Kalede dikkatimizi çeken tarih boyunca savaşlarda kullanılan yoların sergilenmesi oldu.

Tepede yer alan Damat Ali Paşa Türbesi ise kapalıydı. Petervaradin Savaş’ında (1716) Avusturya’ya karşında Osmanlı askerini cesaretlendirmek için öne atılarak şehit olan Sadrazam Silahtar Ali Paşa’ya Fatihalar okuduk.

Belgrad’da da Türk girişimciler var. Antepliler burada baklava dükkânları ile hizmet vermekte. Müslümanlara ait mekânlarda helal yemek imkânı var. Yine yaya trafiğine kapalı caddelerde alış-veriş mekânları göz kamaştırıcı.

Diğer balkan ülkelerinde olduğu gibi Sırbistan’da da Türk dizileri revaçta. Ayrıca, Türkçe öğrenmek isteyenlerin sayısı her geçen gün artmakta. Yunus Emre Enstitüsü ve Fakültelerin Türkoloji bölümlerine kayıt olanların sayısı artmakta. Biz rehberlik yapan Sırp genç, Türkoloji bölümü mezunuydu. Şu anda öğretim üyesi olan bir dostumuz da bir dönem Belgrad’da Türkçe okutman olarak görev yapmıştı.

Dostumuzun tavsiye ettiği Boşnak ahbabıyla tanışmak için Belgrad’ı altını üstüne getirmedik. Ama,Ah, min’el vakt! Zaman yetersizliğinden buluşamadık.

Abba otelde geceledikten sonra, gezimizin son istasyonu Bulgaristan’a kahvaltıdan sonra tekerler dönmeye başladı.

Bulgaristan

Belgrad’dan ayrıldıktan sonra otoban üzerinden Sofya’ya doğru yol alıyoruz. Karşımıza çıkan tabelalar bize Osmanlıyı hatırlatıyor. Niş gibi. Yine sık sık dinlenme yerlerinde Türklere ait lokantalara rastlamak mümkün. Bu yol İstanbul’u Orta Avrupa’ya bağlayan yol.

Bulgar kelimesi, Türkçe kökenli bir kelimedir. Anlamı, ”Karışmak, bulaşmak” anlamına gelir.

Bulgarlar, aslında Türk kökenlidir. Tuna bölgesine yerleşen Bulgarlar zaman üçünde Slavların içinde eriyerek Hristiyanlaşmışlardır. Slavlaşmışlardır. Türk kökenli olmalarına bir örnek olduğunu göstermek için krallarının isminin Şişman olduğunu belirmemiz yeterli olsa gerek.

600 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan Bulgaristan’da hatırı sayılır bir Müslüman-Türk nüfusu vardır.%10 civarında.

Bugün Bulgaristan AB’ye üye olmuştur. 110.994 kilometrekarelik yüzölçümüne ve 6,4 milyon nüfusa sahiptir. Başkenti Sofya’dır.1878 de Berlin Antlaşması ile özerk olan Bulgaristan, 1908’de Osmanlıdan bağımsızlığını aldı.

Bilhassa Balkan Savaşları’mda Bulgarların Müslüman Türklere karşı yaptığı zulümler kitaplara bile konu olmuştur. “Beyaz Lale” kitabında Ömer Seyfettin bu katliamları anlatır.

Günümüzde Müslüman Türkler siyasette de etkin bir konumdadır.

Sofya’ya öğle den önce ulaştık. Balkanların en büyük kilisesi Aleksandr Nevski, önünde kuyruk var. İçerde resim çekmek yasak. Sağımız solumuz kilise. Aya Sofya kilisesi, Rus Kilisesi. Merkezde Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık binaları birbirine oldukça yakın. Sofya adını veren Bilgelik tanrıçası Sofia’nın devasa heykeli göğe doğru yükseliyor.

Bize cami gerek. Banyabaşı Camii. Merkezdeki Camii. Camii Bulgaristan İslam Birliğine bağlı. İmamlar da oradan maaş alıyor. Hem öğleyi hem de ikindiyi bu Osmanlı yadigârı camide kıldık. Tavsiye üzerine Türkler tarafından işletilen lokantada damak tadımıza uygun yemeklerle boğazlar meselesini de çözdük. Bulgaristan Türklerine Sofya’da her yerde rastlamak mümkün. Banyabaşı Camiinde hem Bursa’da hem de Bulgaristan da kalan kardeşlere rastladık. Bulgaristan’da çingene nüfusu da %3- 4 civarında olduğunu da hatırlatalım.

Bir hatırlatma da Sofya’da hırsızlık vakaları çok oluyormuş. Dikkat! Bir de hatırı sayılır ölçüde sığınmacı nüfus her yerde, parkta, meydan da.

Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi çok uluslu şirketlerin mağazaları marketleri burada da var. Lidl, Carrefour v.b.

Memlekete hediye götürmek isteyenler, torunları sevindirmek isteyen dostlar çıkıştan önceki son durakta, Sofya’da büyük bir marketten alış verişlerini yaptılar. Türkiye’ye göre hesaplı hediyeler aldılar.

Nasıl, hac tamamlandıktan sonra hacılar bir an önce memleketlerine dönmek ister, gezinin de Bulgaristan ayağı sona erince ekip bir an önce Kapıkule’ye ulaşmanın muhabbetini yapmaya başladı.

Allah yardım etti.21.30 da ulaştığımız Bulgar kapısında çok beklemedik.22.50 de Türk tarafına ulaştık. Önümüzde 30 kadar otobüs. Çok fazla gişe çalışmıyor. Bazı gişelerde çok fazla arama yapılıyor. Türk Tarafının kalabalık olmasının bir nedeni daha var. Bulgaristan ‘dan sadece sigara ve içki almak için gümrüğe gelenler var. Freeshop’ta bunlardan onlarcasını görebiliyorsunuz. Türkiye’de sigara ve alkol ucuz olunca belki de bunun ticaretini yapıyorlar. Konuşmalardan çoğunun Bulgaristan Türkü olduğunu anlıyorsunuz. Belki de bunlar bu işin ticaretini yapıyorlar. Muhtemelen de öyledir. Kaç karton sigara, kaç adet içki çıkarma izinleri varsa bunu sonuna kadar kullanıyorlar.

Yine Allah’ın yardımı yetişti. Yeni gişeler açıldı. Otobüsümüz Türkiye’ye geçti. Eğer biraz daha gecikecek olsak, arkadaşlarımız hızlı trenin saat 6.00 da ki seferine yetişme imkânı olmayacaktı.

Herkes derin bir oh! Çekti. Açılan telefonlarla dönüşlerini yakınlarına müjdelediler. Bir birleriyle vedalaştılar, helalleştiler. Bir daha başka bir seferde buluşmak ümidiyle sözleştiler. Geziyi biz lütfeden Allah’a hamd edildi.

Yolculuk, gez Balkanları, Gör Konya’yı sözüyle noktalandı.

NOT: Gezide yer alan tüm dostlara, rehberimize, şoförlerimize teşekkür ediyoruz. Ayrıca, bu yazı dizisinin hazırlanmasına notları ve ses kayıtları ile katkıda bulunan Süleyman Cenan Hocam’a da bilhassa şükranlarımı sunuyorum. Yine, yazımızın görsellerindeki fotoğrafların temininde katkı sağlayan, Harun Güzel, Ahmet Yavuz ,Mustafa Topak ve Ahmet Marancı hocalarıma da minnet duygularımı iletiyorum.

Bütün yol arkadaşlarıma da selam ve hürmetlerimi arz ediyorum.