Fevzi Çakmak Paşa'nın anılarında yazdığına göre, Birinci Dünya Savaşı boyunca, topraklarımıza altı milyon tam teçhizatlı düşman askeri saldırmış. O yıllardaki nüfusumuzu ve imkânlarımızı düşünün. Bu, nerelerden döndüğümüzün en sahici örneklerinden biridir. Nihayetinde, Anadolu'da tutunabildik. Daha kötüsü de olabilirdi. Sevr haritası, bize bunu çok açış bir şekilde gösterir. 

Kanaatkâr, fedakâr, cefakâr Anadolu insanı, uzun bir aradan sonra kendine inanmaya, güvenmeye başladı. Özünü, esasında kim olduğunu hatırladı. Tekrar başını kaldırdı, sahte sınırların ötesine baktı. Irak, Filistin, Suriye, Mısır gibi beldeleri gördü. Mazlumların feryadını işitti, acısını duydu. Mesuliyetinin farkına vardı.

Peki, kim bu insanlar?

Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre isimli kitabından bir bölüm aktarmak istiyorum: “Eserdeki karakterler arasında tarihi gerçekliği en çok bilinen, Abdullah Çavuş'tur. Asıl adı ise Mustafa Çavuş'tur ve Manisa'nın Menemen kazasına bağlıdır. Silistre Savaşı'na katıldığı zaman yirmi, yirmi beş yaşlarında idi. Savaştan sonra hükümet kendisine maaş bağlamış, fakat çalışabilecek durumda olduğu için devlete yük olmak istememiş ve bu maaşı kabul etmemişti. Aradan tam elli beş yıl geçtikten sonra, 1909 yılı Ağustos ayında, Mustafa Çavuş, bir gün İstanbul'a çıkagelmiş ve hükümet kapısına dayanmıştı. Yaşı seksene yaklaştığı için çalışacak hali kalmamıştı. Bu sebeple, hükümetin vaktiyle kabul etmediği yardımına artık lüzum görüyordu. Hükümet dileğini yerine getirdi ve Mustafa Çavuş köyüne döndü.” 

Sorumun cevabını hemen vermek istiyorum: Mustafa Çavuş'un torunları.

Değişenler, şaşıranlar, raydan çıkanlar mutlaka olmuştur, olacaktır. Fakat çoğunluk, inanıyorum ki, özünü ve ruhunu korumaktadır, muhafaza etmektedir. Ayrıca, küçük bir çabayla kazanılacak çok kalp vardır. Bir ülkeyi işgal etmek için artık o kadar askere ve masrafa ihtiyaç duyulmuyor. İşgal niye yapılır? Sömürmek ve yönetmek için. Kim zaman önemli mevkilere yerleştirilen altı kişi, altı milyon askere karşılık gelebiliyor. Yeni dünya düzeninde, tek tuşa basarak, bir milletin emeğini, bir ülkenin kaynaklarını sömürebiliyorsunuz. Yahut seçilmişleri baskı altına alabiliyorsunuz. Onları, sizi hesaba katmadan karar alamaz hale getiriyorsunuz. Hükümetlerin öncelikli görevlerinden biri de, milletin emeğine sahip çıkmaktır. Ülkemizde, belli aralıklarla ve sistemli olarak yaşanan ekonomik krizler, biriken emeğin çalınmasından, batıya taşınmasından başka bir şey değildir. Artık bu iyice anlaşılmıştır. Nurettin Topçu'nun emek ve sermayeyle ilgili çok önemsediğim, değer verdiğimi cümleleri var. Tekrar ve tekrar okuyalım: “Küçük sermayenin, bedenin veya ruhun emeğiyle meydana geldiğini kabul etmek kolaydır. Lakin büyük sermayenin emek mahsulü olduğunu düşünmek saçmadır. Bir ferdin emeği, onun iktidarının sınırlarını binlerce, milyonlarca defa geçen büyük sermayeyi doğurmaz. Büyük sermayenin sahibi, yüz binlerce, belki milyonlarca insanın emeğini eline geçirmenin yollarını bilen adamdır.”  Arkası karanlık kimi aileler, bir proje gibi, milletin emeğini ele geçirmişlerdir. Yetmemiş, bazı gruplarla beraber milletin iradesini de ipotek altına almak istemişlerdir. Peki, kimin adına? Her fırsatta, olumlu bir örnek olarak, birbirimize 'batı dünyasını' hatırlatıyoruz. Kendimizi kandırmayalım. Batı medyasının gezi olayları sırasında yaptığı canlı yayınlar ve yorumlar bile, her şeyi anlatmaya yetiyor. Tek kelimeyle söylersek, düşmanca. Onların ipiyle kuyuya inenleri, milyonlarca Yusuf'un beklediğini de hatırlatmış olalım. İşte bu yüzden, millete yönelik operasyonlar tutmadı, tutmuyor.