Daima Hakk’a yönelmek suretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne ram olarak Rabbinden razı ve hoşnud hale gelmiş olan nefstir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi iradesinden vazgeçip Hakk’ın iradesinde fani olmuştur. Kuranı Kerim’deki:

“Sen O’ndan, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (el-Fecr, 28) ayetindeki “Sen O’ndan razı olarak” hükmünün bu makama işaret ettiği beyan olunmaktadır. Bu rıza hali, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun iradesini canı gönülden kabullenmektir. Ayeti kerimede buyrulur: “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden noksanlaştırmakla imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155) Bu ayeti kerimede ifade buyrulan “sabredenler” zümresinden olabilmek, ancak Cenabı Hakk’ın takdirine velev ki o takdir, umulduğu ve beklendiği gibi tecelli etmese bile razı olmak ve asla isyana düşmemekle mümkündür. İşte nefsi radıye de, ilahi iradenin hayır veya şer olarak tecelli eden bütün kaza hükümlerine tereddütsüz teslim olup rıza gösterenlerin, asla şikayet etmeyenlerin makamıdır. Bu makamın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan manen yükseldikçe iptilalar artar. Nitekim Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İnsanlar içinde en şiddetli iptilalara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı ölçüsünde iptilalara maruz kalır.” (Tirmizi, Zühd, 57) İnsan, ancak nefis engelini aştıktan sonra, iptila ve meşakkatlere layıkıyla sabır gösterebilecek ve onları verene karşı razı olabilecek bir dirayete erişir. Bunlar, maneviyat yolunun cilveleridir. Onun için büyük mükafatlar, daima büyük mukavemet, sabır, sebat ve tahammüllerin ardından gelir.

Bu mertebedeki müminlerin nazarında, hayatın gam ve süruru birdir. Zira dünyaya kalben bağlanmadıkları için, hayatın sevinç ve kederleri onlar için müsavi hale gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdir olunmuşsa hepsini Cenabı Hak’tan bilip razı olurlar. Aşağıdaki şu mısralar, bu hali ne güzel ifade eder:

Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül, yahud diken!

Ya hil’at ü yahud kefen

Kahrın da hoş, lutfun da hoş!

Gayet kolaylıkla söylenebilen şu kıtadaki gerçeklerin yaşanmasındaki büyük güçlük, iyi kavranmalı ve takdir olunmalıdır. Ancak radıye makamında gerçekleşebilen bu veya benzeri sözleri, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak veya taklid hevesiyle, vaktinden önce ve fütursuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Zira bu takdirde onlar birer iddia mahiyetini taşırlar ki, Cenabı Hak kulunun söylediği bu sözde samimi olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur! Radıye makamındaki bir kul, esrarı ilahiye muttali olmaya başlar. Vahdeti ilahiyi kamil manada idrak ederek, mana alemindeki kemalatı müşahedeye nail olur. Cenabı Hakk’ın isim ve sıfatlarının hususi tecellilerine mazhariyetle şereflenir. Onun şahsiyeti, hayrın, güzelin ve doğrunun feyyaz bir menbaı haline gelir. İlahi emir ve yasaklara huzur ile ittiba eder. İbadetler, halisane ve Allah için ifa edildiğinden, asla yorgunluk vermez. Zira yorgunluk veren ibadetlerin iç yüzünde, ya mertebeler aşmak ya da keramet ve keşfe nail olmak veyahut buna benzer maksatlar vardır. Bir kimse böyle emeller peşinde olursa, o emellerle kendi kendisinin yolunu tıkamış ve bütün emeklerini boşa harcamış olur. Böyle olunca da zikri ve fikri unutturan bir yorgunluk belirir. Bunun için, seyru sulukün başından sonuna kadar Allah rızasından başka hiçbir emel beslenmemelidir. Hak Teala, biz kullarına şah damarımızdan daha yakındır. Mühim olan bizim de bu yakınlığı idrak ederek Rabbimizin yakınlığına nail olabilmemizdir. Cenabı Hak kullarından razı olur. Yeter ki, kulları da O’nun yolunda gayret etsin, O’nun takdir ve kazasına rıza göstersin, muhatab olduğu ilahi imtihan tecellilerini olgunlukla karşılayabilsin ve O’ndan razı olsun.