Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Mekke’nin fethinden sonra sadece Kabe’deki putları yıkmakla kalmamış, civardakileri de yok etmek için mücahit gruplar tertipleyip şirkin o cansız taşlarını harab etmeye göndermişti. Yani bir tevhid temizliği başlatmıştı. Ancak bu durumu, Huneyn’de yaşayan Hevazin kabilesi ile Taif’te meskun Beni Sakif hazmedemediler. Müslümanların üzerine hücum etmeye karar verdiler. Bunun için büyük bir ordu hazırladılar. Bir ölüm kalım harbine çıkmışçasına her şeylerini beraberlerine aldılar. Onların bu hareketlerini öğrenen Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem de kendi ordusuna Mekke’den iki bin kişi daha katarak üzerlerine yürüdü. Ne hikmetli bir tecellidir ki, orduda yıllarca şirk adına müslümanlarla savaşmış ve onlara bin bir sıkıntı çektirmiş bulunan Ebu Süfyan da vardı. Şimdi ise İslam saflarının galibiyeti için çarpışacaktı. Hatta Mekkeli seksen kadar müşrik de orduya iştirak etmişti. İslam ordusu her bakımdan mükemmeldi. Göz kamaştırıcı bir ihtişamla Huneyn’e doğru ilerliyordu. Herkes, şimdiye dek böyle techizat ve teşkilatlı kalabalık bir ordunun Arabistan’da görülmediğini düşünüyordu. Bu durum, ashabı kiram hazaratının gönlünü bir an gurura sevk edip: “Böyle bir ordu asla yenilmez!” diyerek düşmanı küçümsemelerine ve maddi güce rağbetle galibiyete mutlak gözüyle bakmalarına sebep oldu. İşte bu bir anlık gurur ve ucub, müslümanların ilahi imtihana tabi tutulmalarına sebebiyet verdi: İslam ordusunun öncü kuvvetleri, Huneyn’e girilen dar yollarda kendilerinden emin bir şekilde ilerlerken, sabahın alacakaranlığında aniden pusuya düşürüldüler. Büyük bir panik zuhur etti. Müslümanlar, üzerlerine yağmur gibi yağan oklar karşısında durakladılar. İslam ordusunda, tereddüt ve telaş dolu bir dağınıklık ve bozulma baş gösterdi. Bu, arkadan gelenlere de sirayet edince, müslüman safları çözülüp geriledi. Hevazin ve Sakif kabileleri de onları takibe koyuldu.

O dehşetli hengamede yerinden ayrılmayan, sürekli olarak düşmanın üzerine yürüyen ve bindiği hayvanı daima ileri sürerek kendisini düşmanın ortasına atan yalnız Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem oldu. O gün Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, eşsiz bir cesaret ve dasitani bir şecaat nümunesi sergiledi. Hatta amcası Hazreti Abbas ve Ebu Süfyan bin Haris radıyallahu anhüma, O’nun mübarek canının tehlikeye düşmemesi için hayvanının dizginini tutmuşlar, daha fazla ilerlemesine mani olmaya çalışıyorlardı.

Diğer taraftan, İslâm ordusunun karışıklığı devam ediyordu. Aralarında: “Bugün sihir bozuldu.” diye feryad edenlerden: “Bu bozgunluğun arkası denize kadar alınamaz!” diyenlere kadar birçok ye’se kapılanlar vardı. Mekkelilerden bazılarının arasından da: “Hazreti Peygamber öldü. Araplar eski dinlerine dönecekler!” diye şayialar duyuluyordu. Oysa Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sağ idi ve düşmana mukavemet göstererek hayvanının üzerinde dimdik durmaktaydı. Allah’a tevekkül ve teslimiyet halinde ashabına sesleniyordu: “Ey Ensar! Ey Muhacirler! Ey Allah’ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allah’ın kulu ve peygamberiyim!..” Sonra gür sesli olan amcası Abbas radıyallahu anh’a işaret buyurarak, İslam ordusuna seslenmeye devam etmesini istediler. Hazreti Abbas da yüksek sesle: “Ey Akabe’de bey’at edenler! Ey Rıdvan ağacı altında söz verenler! (Koşunuz), Allah’ın Rasulü burada!..” diyerek seslenmeye başladı.

Bu daveti duyan sahabe; لَبَّيْكَ لَبَّيْكَ diyerek Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına koştu. Böylece esen bir rüzgarla dağılan kelebeklerin, tekrar büyük bir cazibeyle nurun etrafına koşmalarına benzer bir gayretle Varlık Nuru’nun yanında saf tutmaya başlayan mü’min gönüller, içine düştükleri korkudan sıyrılarak huzur ve sükunete erdi. Yavaş yavaş Allah’ın lutfuyla bütün İslâm safları derlenip toparlandı. Bundan sonra Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, ellerini yüce dergaha açıp: “Allah’ım! Bana olan zafer vaadini ihsan buyur!” niyazında bulundu. Tıpkı Bedir Harbi’ndeki gibi yerden mübarek elleriyle bir avuç toprak alarak düşman saflarına doğru attı ve ashabı güzine: “Haydi şimdi sıdk u sadakatle hücûm ediniz!” buyurdu. Bu defa İslam ordusu, harbe yeni başlarcasına bir hızla müşriklerin üzerine saldırdı. Yaptıkları şiddetli hücum ve hamlelerle kısa zamanda düşmanı perişan edip hüsrana uğrattılar. Sadece dört şehid verilmiş, buna mukabil müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüştü. Düşman öyle mağlub edilmişti ki, onların harp meydanına getirdikleri her şey müslümanlara kalmıştı. Ele geçen ganimetin haddi hesabı yoktu. Şüphesiz ki bu hal, yüce Allah’ın müminlere nasib buyurduğu büyük bir lutfu ve ikramı idi. Çünkü onlar, başlangıçta yenilmiş durumda iken neticede Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şecaat, cesaret, itidal ve Cenabı Hakk’a gönülden iltica ve niyazıyla zafere nail olmuşlardı. Allah Teala bu hakikati Kuranı Kerim’inde şöyle beyan etmektedir:  “And olsun ki Allah, birçok yerde (harp meydanlarında) ve Huneyn Muharebesi’nde size yardım etti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allah, Rasulü ile müminler üzerine sekinetini indirdi; sizin görmediğiniz ordular (melekler) gönderdi de kafirlere azab eyledi. İşte bu, o kafirlerin cezasıdır.” (et-Tevbe, 25-26)

Nitekim o gün müşrik saflarında olup da sonradan iman edenler, Allah Teala’nın müminlere olan bu yardımını ifade sadedinde, kendilerine, o ana kadar hiç görmedikleri kimselerin hücumda bulunduklarını hayretle itiraf etmişlerdir. Mağlub olan Hevazin ordularından bir kısmı Taif’e, bir kısmı Nahle’ye gitti, bir kısmı da Evtas’ta ordugah kurdu. Huneyn Harbi’ni kazanan Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, kaçan düşmanların takibini emir buyurarak, esir ve ganimetleri de Cirane’ye sevk ettirdi. Ardından, yapılan harekatı tamamlamak üzere Ebu Musa el Eşari’nin amcası Ebu Amir’in kumandasında bir kuvveti, Evtas Vadisi’ne gönderirken, kendileri de İslam ordusuyla birlikte Taif’e yöneldiler.