Rahmetli Erbakan Hocanın dediği gibi önce ahlak ve maneviyat diyenlerdenim. Hemen peşinden de şunu ekliyoruz: Adil Düzen. Bu iki düstur, birbirini öyle güzel tamamlıyor ki, başka söze gerek kalmıyor. Her şeyi anlatıyor. Ahlak olmazsa, adil bir paylaşım da olmuyor. Yıllar evvel, Mustafa Kutlu şunu demişti: Yoksulluğun tek çaresi var; ahlak. İşte bundan dolayı, ''ülkemizdeki yoksulluk, yokluktan değil, hakkına razı olmayanların çokluğundan kaynaklanıyor'' diyoruz.

Dünya için de bu böyle. ''Zengin ile fakir arasındaki uçurum'' neredeyse her gün bir yazıya konu oluyor. Fakat nedense, o uçurumun içinde nelerin olduğunu kimse söylemiyor. Söyleyelim: Kan, gözyaşı, emek hırsızlığı ve mazlumların ahı. Açıkçası, içimizdeki yoksulluk ile dışımızdaki yoksulluğun farklı şeyler olduğuna inanmıyorum. Bugüne kadar, dilimiz döndüğünce, içimizdeki yoksulluğu yazmaya çalıştık. Özetlersek: ''İçimizdeki yoksulluk; cömertlik, kanaat, merhamet, şefkat, tevekkül, vefa gibi kavramlardan oluşan ahlak eksikliğidir.'' İçimizdeki bu eksiklik, daha yakıcı ve yıkıcı bir şekilde, işlerimize, ilişkilerimize, velhasıl hayatımızın her anına ve alanına, yani dışımıza yansıyor. Atalarımız, ''yokluk taştan katıdır'' demiş. Bu, insanlar için de geçerli. Ahlaki değerlerin yokluğunu çeken biri, hakikaten de ''taştan katı'' oluyor, olabiliyor. Doksan kuşağına mensubum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, bir liranız da olsa, bin liranız da, alabileceğiniz şeyler sınırlıydı. Mahallenin tek bakkalını hatırlıyorum. İki kavanoz şeker, birer kutu bisküvi ve gofret, bir de gazoz. Kuruyemiş olarak da sadece kırık leblebi. 

Paranız varsa, bir değil, beş gofret alıyordunuz, hepsi o kadar. Şimdi, leblebinin bile onlarca çeşidi üretiliyor. Çeşit arttıkça, yoksulluğu daha ''iyi'' görmeye başladık. Zengin çeşit, fakir insan. Sıcak para, soğuk aş. Bir de şu: ''İhtiyaçlarımızı büyüttükçe, yokluk duygumuzu ve yoksulluğumuzu da büyütüyoruz.'' (Lütfi Bergen) Doksan kuşağı'' ifadesini ise özellikle kullandım. Bana kalırsa, ülkemizdeki yokluğu ve yoksulluğu en derinden yaşayan nesillerin başında doksan kuşağı geliyor. Bu kuşağın büyüdüğü yılların sosyal şartları bugüne kadar pek yazılmadı, tartışılmadı. Hatta seksenli yıllar eğlenceli bir dönemmiş gibi gösterildi, gösteriliyor. Aykırı bir örnek verelim: Varlığın ölçüsü, altındır. Sözgelimi Osmanlıda ilk altın parayı, İstanbul''un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet bastırmıştır. Denilir ki, Osmanlı, gerçek manada, o zaman devlet olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti, ekmeğin karneyle verildiği yokluk yıllarında bile altın para basmayı sürdürmüştür. Buna karşılık, 1978-1986 yılları arasında hiç ziynet altın basılmamış, meskûk altın ise sembolik sayıda kalmıştır. Biz, büyük ölçüde, işte bu yokluğun ve yoksulluğun şiirini yazmaya gayret ettik. Yoksulluk konulu bir yazı yazıp da rakamlara girmemek olmaz. Türk-İş''in ekim ayı araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin ''yoksulluk sınırı'' üç bin lira olmuş. Küsuratı da var: 184 lira. Ailelerin çoğu dört kişiden fazla olduğuna göre, hesabı kendimize uyarlamamız gerekiyor. ''En az üç çocuk'' bahsini de unutmayalım. Garip olan şu ki, ekonomi iyiye gittikçe, işler kötüye gidiyor. Bu nasıl oluyor, anlamıyorum. Kapanan işyeri sayısındaki artış, yoksulluk rakamları, işsizlik oranları vs. İster istemez, iyinin neresi olduğunu merak ediyorum. ''Yapılan gökdelen / Yıkılan hatır'' gibi bir şey mi bu?