Bir bebeğin göbek bağının kesilerek annesinden ayrılması gibi yalnızlık! Bir genç kızın düğünün de hem ağlaması, hem de kocaya varması! Hayatı sırtımıza yükleyip gider, avuçlarımıza alıp hoyratça sıkar da sıkar! Yalnızlık, dünyayı bizden çalmış acımasız, vicdansız,  insafsız bir hırsızdır. Onlarca kişiye rağmen bir mültecinin yüreğindeki kimsesizliğin koynuna sakladık umutlarımızı!

Kitap ayracı gibi yaşar insan hayatı, görünen ve görünmeyen iki dünya arasında!Koşuşturmaylavakit gelir geçer. Hayalleri vardır olmasını istediği, bir de gerçekler vardır yaşamak zorunda kaldığı! Hayaller ve gerçekler arasında amansız bir savaş mevcuttur çoğu zaman.

Biz yalnız kaldığımız hayatımızın ardından alık alık bakarken gurur, “Bırak gitsin yılların alışkanlıkları ve geçmişin sıkıştırmasıyla meydana gelen kangren!” derken; umut, “Dur! Dur! Kapan ayaklarına son bir şans iste” diye yalvarıyordu.

İçimizdeki savaşın sebebini sosyalleşmek uğruna tükettiğimiz sevgimiz olduğunu anlayamadık. Sırtımızı dayayacağımız güvenilir arkadaşların bizleri terk ettiğini, işlev görmeyenboş vaatlerin kaldığını çok sonralarıfark ettik.

“Arkadaş; eski Türklerde askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kayaya veya taşa vererek ok atarlarmış. Genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu kaya olurmuş. Yıllar sonra bu sırt dayanan taşın adı “arka-taş” iken “arkadaş” şeklinde yerleşmiş ve bugün de samimiyetine güvenilen kişilere isim olarak verilmiştir.”(Vikipedi, Özgür Ansiklopedisi)

Şimdilerde sırtımızı heybetine güvendiğimiz gökdelenlere yaslar olduk. Faili malûm bir firari edasıyla insanlardan uzaklaştık. Kimliksiz, yorgun, gönül evinden vurulmuş, can havliyle nereye sığınacağımızı bilemez bir hale büründük. Sosyalleşen yalnızlıkları giydirdik hayatımıza! Kalabalığın içinde kimsesiz kaldık.

Elif gibi yalnız! Ne esre ne ötre! Ne durduran bir cezm ne anlam katan bir şedde! Ne elini tutan bir harf ne anlam veren bir hareke! Kalakaldık hayatın sayfalarında!Bir okuyanımızın, bir hıfz edenimizin gelmesini bekler gibi... Belki de bir dostun gölgesini istedik, med ü cezir gibi!

Amma velâkin mahpus kaldık, ileriye dönük hayallerimizin nezarethanesinde... Gelişmek uğruna, kendimiz için kurduğumuz düşleri teknoloji denilen hayal hırsızlarının ellerine verdik. Hey hat! Hayallerimizin peşinden koşamadık, onu geri almak için uğraşamadık. Çünkü aletler gelişirse her şeyin daha iyi olacağını sandık. Ama masum gönlümüz elinden lolipopu alınan, yerine zararlı cipsler verilen çocuk gibi kandırıldı.

Katkı maddeleriyle, GDO ile doldu dört bir yanımız! Zamanla içten içe bizi kemiren yalnızlaşmanın,kötü bir ömür yiyen olduğunu, yine göremedik. Belki de gördüğümüz halde bilinçaltımızı sigara bağımlıları gibi “bırakamam” nidâlarıyla doldurduk.

Koca koca sitelerin içlerinde kendi mağaramıza sığındık. Kendi kendimize, küçük ekranlar karşısında yaşamayı sosyalleşmek sandık. Özene özene, özümüzü kaybettik. İnsanlarla iç içe olmak, konuşmak, sohbet etmek yerine ellerimizden düşürmediğimiz telefonların yardımseverliği sonucu kapı komşumuzu tanımaz olduk. Sözler konuştu sadece, öze uzak olduk.

Geçmişe hayıflanmak bize bir şey kazandırmaz. Önemli olan bundan sonra daha az zararla kendimize çeki düzen vermemizdir. Nitekim Necip Fazıl Kısakürek de; “Ne azap ne sitem yalnızlıktan! Kime ne; aşılmaz duvar bendedir. Süslenmiş gemiler geçer açıktan, sanırım, gittiği diyar bendedir. Yaram var, havanlar dövemez merhem, !yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem, ne çıkar, bir yola düşmemiş gölgem, yollar ki, Allah'a çıkar, bendedir.” diyerek, gençlerimizin içine düştüğü yalnızlıktan kurtarmayı dile getirmiştir.

Gençlerimizi, çocuklarımızı kendi örf, adet ve kültürümüze; sokakta çelik çomak oynayarak, gelen bir misafire “hoş geldin” diyerek, yoldan geçen birine selam vererek benimsetmeliyiz. Unutulmaya yüz tutmuş geleneklerimizi, yalnızlığa boyun eğmek zorunda bırakılan nesle yeniden kazandırmalıyız. Hayatı farkında olarak yaşamak dileğiyle, selam ve dua ile!