Bana bir masal anlatsana anne! Maviye yelken açmak gibi, gökkuşağının altındaki hazineye ulaşırken bin bir tehlikeden kaçmak gibi… Bir tutam korku, bir avuç huzur koksun hava… Ama sonları hep mutlulukla biten masallar olsun. Sen anlat! Benim çocuk yüreğim inanmaya hazır.

Çocukluktan başlıyor masumca inanmalarımız… Her oyunu sahici gibi algılamamız… İşte bundan sobelenir olduk hep hayal kırıklıklarına… Renkli stop oynarken renklerin gösterişine vurulduk. Oyunu kuralına göre oynarken hilecilerle karşılaştık. Her yeni doğan günü bayram sayıp, yüzümüzü yalayan güneşe, gülümsemelerimizi harçlık sunduk. 

Lâkin ne tuhaf şu insanlar… Kendinin tebeşirle çizdiği sek sek oyununda hayallerinin yananı oluyorlar. Hayatın yolunda sırtında taşıdıklarından kamburlaşıyorlar. Doğa bile inatlaşırken mevsimlerle, acıların koynuna tüm umutlarını bırakıveriyorlar. Oysa o güzel gözlerinde yaşanmamış ne hayaller gizli. 

Bugün günlerden otağım… Gözlerimi ilk açtığım yer. Gül benzime hüzünler çökene kadar yüzümü pembe bir tülle kapayan mutlulukları bana sunan yuvam. Akıp giden zamanın kumlarını tek tek kontrol edip, testten geçirerek beni her zaman koruyanlarımın olmasını bilmenin rahatlığını yaşadım ömrümce… 

Gece gündüzü, karanlık aydınlığı kovalarcasına… Çocukluktan yaşlılığa doğru koştururcasına… Zaman su gibi akıp geçti. “Kalbin kadar saf ve temiz…” diye başlayan kilitli hatıra defterlerinden, görüldü yapıp cevap vermeyen hatırsız sayfalara meze olan sohbetlere geçiş yaptık. Vaktin tesirine kapılıp, neler olup bittiğinden bihaber yaşar olduk. 

Gözleri açılmamış, yüzünde hep bir duvakla büyüyen masum insanlardık. Duvağımız ailemizden gelen kültürle oluşuyordu. Kötülükten uzak, yüzünde hep ince bir bariyerle kendini koruyan…

Bir yanım çitlembik bir hanımefendi. Şu zamanda ailemin ilmek ilmek işlediği pembe bariyerime hasar gelmesin diye hayatın karşısında ayaklarımı yana katlayıp saygıyla oturuyorum. Bir de bakarsın annesinin nazlı gülü gibi zarafetim, hüzünlerin gözlerini kamaştırırım. 

Ve kimi zaman da parmağına diken batsa içli içli çocuk gibi hıçkırarak ağlarım. Bahanedir canının yanması… Kim bilir hangi acılara bedeldir o damlalarım… 

Bazen çocukluğuma dalıyorum da; salonda uyuyup, ana kucağında taşındığım yatağımda uyandığım günlerin özlemini yâd ederken buluyorum kendimi… Hayallerimiz bile hayal meyal işte…  

Düşüncelerime Yahya Âsaf’ın bir sözü tercüman oluyor, “Mihne-i dünya ile dilhûn olan bir ben miyem, tir-i gamla sinesi mecrûh olan bir ben miyem…”

Ben duvağımın altında insanlardan uzak, çocukluğuma ve kitapların mürekkep kokulu sayfalarına yakın olmak istiyorum. Ebu Zer’in “Yalnızlık zor değil mi?” cevabına verdiği cümlesi gibi, “İnsanlar daha zor!” yalnızlığım bana has en azından deyip geçiyorum…

Hadi anne yalnızlığımın koynunda, şefkat dolu sesinle bana bir masal anlat. Yüzüme kendi tecrübelerinden ilmek ilmek işlediğin; pembe, çiçekli, rengârenk balonları olan duvağımı ört. 

Ört ki, gecenin karanlığına gizlenmiş acı canavarları benim ışıltımdan korkup bana yaklaşamasın. Huzurla mis gibi kokan baba evindeki yatağımda uyanayım. Çocukken hep büyümek ister ya insan!.. Ben oldum olası hep çocuk kalmayı istemişimdir. 

Masumluğumun ve duvağımın zedelenmesini hiç istemiyorum. “Kaç yaşına geldin hâlâ çocuk gibisin.” diyenlerin sözlerini iltifat olarak algılıyorum. Binaenaleyh; “neyleyim bu hayatı, içinde çocukluk yoksa” diyor ve müsaadenizi istiyorum. Mutluluk ve çocuklukla kalın yazı dostlarım.