İsmail Fındık, 1945 Konya İşgalaman doğumlu. İstanbul Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği bölümünden mezun… İstanbul Kandilli Rasathanesi ve Kayseri DSİ’de çeşitli vazifeler yaptıktan sonra 70’li yılların başında Konya’ya yerleşti ve babasının atölyesinin başına geçti. 1972 yılında “Yüksel Lastik” firmasını kurdu. 1983’te Refah Partisi’nin Konya İl Başkanlığı’nın kuruluşunda yer aldı. Refah Partisi, MÜSİAD, Milli Gençlik Vakfı, ESAM, Konya Sanayi Odası, Konya Ticaret Odası gibi onlarca sivil toplum kuruluşunda görev aldı. 21 Haziran 2023 tarihinde Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Kendisini yakından tanımaktan çok büyük memnuniyet duyduğum merhum İsmail Fındık ağabeyimin hayatından kısa bir kesit sunarak vefa yazımıza oğlu Ertuğrul Fındık kardeşimin verdiği bilgilerle devam edelim.

9 3-8

ERBAKAN HOCA’YLA FARKLI BİR YOLA GİRMİŞ

“Babam, 60’larda İstanbul Üniversitesi’nden mezun olmuş, “68 kuşağı” dediğimiz kuşağa mensup, bir dönem sol görüşlerden etkilenmiş, babasını çok genç yaşında kaybetmiş, 70’lerden sonra Erbakan Hoca’yı tanımasıyla farklı bir yola girmiş.

Tevafukun böylesi: Ölümü de ömrü gibi oldu! Tevafukun böylesi: Ölümü de ömrü gibi oldu!

Biz dört kardeşiz, ben en küçükleriyim. İlkokulun ilk seneleri… Babam bizi başına toplayıp “hepiniz ‘yaradılış gayemiz’ hakkında bir kompozisyon yazacaksınız, yazıp getirene ödül var” demişti.

Arayışı oydu. Adanması oydu.  “Yaradılış Gayemiz”. Bugün hangi olayla karşılaşırsak karşılaşalım babamızın önümüzde açtığı bu gaye arayışı yolumuzu aydınlatıyor.  

Geriye gitsek ve babamın üniversite hayatını konuşsak da “meselesi olan” bir genç adam görürüz, sanayiciliğini konuşsak da, hatta babalığını konuşsak da…  Ömrü boyunca; sırtında asılı duran bu “meselemiz var, derdimiz var” yükünü hiç indirmedi. Bir yabancı şirketin yetkilisiyle konuşurken de, bir işçisiyle çalışırken de, çocuklarıyla vakit geçirirken de hep o “dava” misyonunu hissederdik. Bir olayla karşılaştığında, İslâm bu konuda ne diyor diye sorar ve ona göre hareket ederdi.  Çok basit bir hayat metoduydu bu. Ve ben şahidim ki bu soruyu defalarca kendine sormuş ve İslâm’ın dediğini yapmak adına bazen gelenekle, ticaretin raconlarıyla, genel geçer kabullerle ters düşmüştür.

9 5-8

1980’li yıllarda Konya’dan otobüse binip ODTÜ’de ders dinlemeye gidermiş babam. 35 yaşında dört çocuk babası iş güç sahibi bir adam, cuma günü otobüse binip Ankara’ya gidiyor ve ilgisini çeken bir seminer ya da dersi takip ediyor. (Böyle bir özveriyi şu anda hayal edemeyiz. 68 kuşağının özelliği olsa gerek.) Bu seminerlerden birinde bir Alman profesörden “kauçuğun da plastik gibi enjekte edilebildiğini” öğrenir ve Türkiye’nin ilk kauçuk enjeksiyon makinesini 2 yılda İstanbul’da bir arkadaşıyla yapar. Makinenin İstanbul’da çalışması konusundaki ısrarlara rağmen o makineyi Konya’ya getirir. Konya’da ihracat yapan nadir insanlardandır. 1980’li yılların ortalarında Meram Sanayi’deki atölyesinde “Telex” cihazı vardı. Fax değil. Telex. Konya’daki birçok firmanın ürünleri için katalog yapmasına, fuarlara katılmasına öncülük etmiştir. Baktığımızda tüm bu faaliyetleri de meselesi olan bir adam olduğu içindir. İhracat yapalım ve ülke kazansın. “Yapabiliriz”, “Biz her şeyin üstesinden gelebiliriz” düşüncesi…  Necmettin Erbakan’ın “ağır sanayi hamlesi” babamın aklını başından almıştı o yüzden. Bir Müslüman, bir mühendis ve üstelik elinde tespih, kafasında takke ile bir köşede oturmuyor. Üretmeyi, istihdamı, ihracatı, insan kaynaklarını, ekonomik bağımsızlığı öğütlüyor. Elbette babam için esas mesele bunlardı. İstanbul’da eğitim alıp İstanbul’un çok sesliliği ve kültürel zenginliğini görüp; üstelik doğduğu toprakların inanç sistemlerinden nispeten uzaklaşıp savrulduktan sonra, Konya’da yaşamaya başlamak zor bir süreç. 

İstanbul’da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın kitapçısında takılmış; Vaniköy sırtlarında yaşayıp, Kandilli’de denize girmiş; Arnavutköy’de Rum bir kadının evinde kiracı kalıp, Hacıhüsrev’de sefaleti yaşamış; Zeki Alasya-Metin Akpınar tiyatro oyunlarını hiç kaçırmadan izleyip, Beyazıt kütüphanesinde vakit geçirmiş bir genç adamın birden ani bir kararla Konya’da yaşamaya başlaması, yeniden geleneğiyle hayallerini dengelemesi takdir edersiniz ki çok zor. O yüzden kabına sığamayan bir hali vardı babamın. Ne yaparsa yapsın ona yetmiyordu. Daha iyisini yapabilirim diyordu.

9 1-9

Konya’dan tanıdığı “Avukat abim” dediği Halil İbrahim Gültekin’in; 1970’li yılların başında hediye ettiği, Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat” kitabını ömrünün sonuna kadar sakladı. Şimdi biz saklıyoruz. Görkemli değil ama şahane bir kitaplığı vardı. Kitaplığı dönüşümünün tablosu gibiydi adeta. Kız çocuklarının okutulmasının saçma bulunduğu günlerde kendi kızları da dâhil etrafındaki tüm genç kızların okumasına çabaladı.

İsmail Fındık evin içinde neredeyse tam bir fikir hürriyeti sağlıyordu. Evde Erenköy cemaati, İskenderpaşa, İsmailağa, Abdullah Büyük, entel İslamcılık, particilik, tarikatçılık her tür ekolün yaşamasına müsaade vardı. Bir gazete ya da dergi çıkarsa ilk abone olanlardan biri babamdı. Milli Gazete, Yeni Devir, Merhaba, Akit, Yeni Şafak, İslâm, Kadın ve Aile, Gül Çocuk, Altınoluk, Vahdet, Yörünge, Cuma gazeteleri ve dergileriyle büyüdük biz… Israrla eve getirir. Gözümüzün önüne koyar. O mürekkep kokusunu hissederdik.

Nüktedan bir hali vardı babamın. Somurtkan biri değildi. Bulunduğu mecliste muhakkak farkını ortaya koyar, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi.

Geçirdiği kalp krizi sonucu ömrünün son yıllarını hasta yatağında geçirdi. Yol arkadaşı, dava arkadaşı, hayat arkadaşı annem yaklaşık 9 sene babamın bakımını yaptı. Annemin hakkını ödeyemeyiz. Geriye sayısız hikâye, büyük bir kütüphane, 41 ülkeye ihracat yapan bir sanayi tesisi ve çocuklarından torunlarına sirayet eden özgüven, hassasiyet ve dava şuuru kaldı. Allah ondan razı olsun.”

9 2-7

TÜRKİYE’NİN İLK KAUCUK ENJEKSİYON MAKİNESİNİ YAPTI

Ertuğrul Fındık kardeşim bu kadarlık bir yazı lütfetmiş ama adeta bir derya olan İsmail Fındık ağabeyimi anlatmaya bu satırlar kâfi gelmiyor. Biraz daha bilgi istiyoruz. Bu defa şu hikâyeyi anlatıyor: “Adam. 60'larda İstanbul'da yokluk içinde okumuş. Okula gitmek için otobüs bileti olmadığı için ayakkabısındaki kocaman delikle her gün Hacıhüsrev'den Beyazıt'a yürümüş. Babasının memleketten zarf içinde postayla gönderdiği üç beş kuruşla geçirmiş okul günlerini. Okuldan mezun olunca Anadolu'ya, memleketine dönmüş.  Büyükler 16 yaşındaki teyze kızıyla evlendirmeye karar vermişler adamı. Garibanlık hastalık gibi yapışmış adama. Kızın babasının aldığı nişan yüzüklerinden başka ne bir takı ne bir ziynet ne bir para… Nişanlısına düğünde takacağı ne bir bilezik, ne bir yüz görümlüğü… Olmayınca olmuyor dedikleri cinsten bir yokluk.

Adam babasından rica etmiş, babası çok da sevmediği bir akrabadan mecbur kalarak 3 tane "emanet" bilezik almış. Demiş ki o akraba: "Düğünden sonra hemen isterim bilezikleri. Dakika geçirme." Genç kız "düğünümde bana ziynet takılmadı" demesin diye katlanmış bu duruma adamın babası… Neredeyse her şeyin emanet olduğu düğün gününde, adamın babası, gelin kızına o emanet bilezikleri takmış. Yokluğu bilen gelin kız şaşırmış tabi. Ses etmemiş. Geline, takıların emanet olduğunu ancak gerdek gecesi söyleyebilmiş adam. Demiş durum böyle böyle… En ufak bir tereddüt göstermeden kabul etmiş durumu gelin. Tüm takıları hiç gönül koymadan bir mendile sarmış, adama uzatmış. "Al" demiş "babana ver." Adam demiş ki "Öyle olmaz. Zaten kahroldu babam. Şimdi ben verirsem o takıları; babam üzülür. Lütfen sabah kalktığında babamın ceketinin cebine koy. Bu emanet takılar yüzünden ne seninle ne benimle muhatap olmasın."

Sabah namazıyla kalkmış kız. İlk iş olarak, takıların sarılı olduğu mendili kayın pederinin ceketinin cebine koymuş. Kahvaltı hazırlamış kayın babasına. Kahvaltıdan sonra koşturmuş kapıya. Ceketini tutmuş kayın pederinin.  Giymiş ceketi kayın peder, kapıya yönelmiş. Ayakkabılarını giymiş. Gelin, almış eline bir ıslak bez, seğirtmiş. Demiş "Baba, ayakkabılarını sileyim." Uzatmış ayakkabısını kayın peder. Gelin, eskimiş ayakkabıların üzerinde bezi gezdirirken, kayın pederinin elini cebine attığını hissetmiş. Üç saniye sessizlik… Gelin kafasını kaldırmadan durmuş öyle, gözlerini, kenarları eprimiş ayakkabıya dikip...  Hiç kafasını kaldırmadan... Sanki kafasını kaldırsa yıkılacak o dam tepelerine. Öylece kalakalmış. Pişmanlık basmış kızın her tarafını. Keşke silmeseydim ayakkabısını, keşke öylece çekip gitseydi.  –Pıt diye bir damla düşmüş ayakkabının üstüne… Sessizce çekmiş ayağını kayın peder, gelininin önünden.  Belli belirsiz boğuk bir "Allah'a emanet" duymuş kız. Sonra caddede kaybolan, kafasını içine çekmiş belli belirsiz bir silüet.

Oğlunun "mahcubiyetini" o bir damla gözyaşıyla ayakkabısına boca eden adam benim dedem. Rahmet olsun. Hikâyenin baş rolü adam ise babam. Tam 9 yıl boyunca hasta yatağında sessizce yattıktan sonra ebediyete yolcu olan babam…  Hikâyenin diğer başrolü ise annem… Bıkmadan usanmadan 9 yıl boyunca babamın hizmetini gören annem…”

Bu defa babasının İstanbul’da yaptırıp Konya’ya getirdiği makinenin hikâyesini biraz daha açmasını istiyoruz. Şunları anlatıyor:

“Babam 1982'de Türkiye'nin ilk kauçuk enjeksiyon makinesini yapmış. Hikâyesi ilginç. Jeofizik mühendisi olan babam, Konya'da atölyesinde ayakkabı tabanı vs gibi ürünler üretirken aynı zamanda da ODTÜ'ye seminer dinlemeye gidermiş. Seminerde bir Alman profesör kauçuk üretim metotlarıyla ilgili bir şey söylemiş. Demiş ki "kauçuk enjekte edilebilir, bu benim bitirme tezim." ('Kauçuk enjekte edilebilir' şu demek: Normalde kauçuk tıpkı hamur gibi pişince şekil alan bir madde. Normalde kalıbın içine konur, bir süre beklenir, pişince kalıbın içinden alınır. Enjeksiyon ise belli bir haznede kauçuk yarı pişmiş hale gelir, sonra kapalı kalıba enjekte edilir ve pişme süresi 1/10 oranında azalır. Bu da daha hızlı üretim demektir.)

O zamanlar babam "rotbaşı lastiği" teklifi vermiş birine. Adam günde 5000 adet istiyor biz 500 tane üretemiyoruz. Enjeksiyon bu işi çözer. Babam seminer sonrası gidip ODTÜ kitaplığından o profesörün bitirme tezini bulmuş, Türkçeye çevirtmiş ve İstanbul'da bu makineyi yapabilecek adamı aramaya koyulmuş. En sonunda şimdi Adopen'in sahibi olan adamı bulmuş. Adam demiş ki, bunu yaparız ama para lazım. Babam o zaman Konya'dan 3+1 ev almış. 245 bin liraya. Adama demiş ki benim param var. O andan itibaren babam o makinenin hatırına her hafta sonu Cuma akşamı otobüsle İstanbul’a gelmiş, Pazartesi Konya'ya dönmüş. Tam 2 yıl…Ve tam 2.450.000 lira. Yani 10 ev parası harcamış. En sonunda Adopen'in sahibine demiş ki, makineyi bitirmezsen seni vururum. 2 yıl sonra bitmiş Türkiye'nin ilk kauçuk enjeksiyon makinesi. Adam yalvarmış, “bu makineyi Konya'ya götürme, İstanbul'da çok iş çıkar bu makineye” diye ama babam milliyetçilik düşüncesiyle götürmüş makineyi… Makinenin üstündeki aparatların, valflerin vesaire seri numaraları 000001 yani ilk olarak bu makine için üretilmiş.

Babam, Konya’ya makineyi getirdiğinde, Elektrik Kurumu makineye yeterli voltajda elektrik verememiş, trafoyu yenilemişler. O makine yıllarca milyonlarca ürün üretti. Makine birkaç sene önce kısmen iflas etmişti, şimdi yeniliyoruz. İnşaallah yeniden çalıştırmaya başlayacağız. Hasta yatağında yatarken ellerinden öpünce gözümden süzülen incecik yaşlardan biridir o makine… Türkiye'nin ilk enjeksiyon makinesinin hikâyesi böyle. Müteşebbislik neymiş gösterdi bana. Onlarca hikâyesinden biridir bu.”

Ertuğrul Fındık kardeşime verdiği önemli bilgiler nedeniyle teşekkürlerimi sunuyorum. İsmail Fındık, merhum babamın yakın dostlarından, benimde yakından tanıdığım çok değerli bir ağabeyimdi. Kendisiyle sık sık görüşür, onunla sohbet etmekten büyük zevk duyardım. Davasına titizlikle bağlı, İslâmî ölçülerden zerre kadar taviz vermeyen bir yapıda, aynı zamanda naif, nazik, kadir kıymet bilen, insana değer veren, nükteli ama anlamlı sözleri eksik olmayan, gayretli, samimi bir ağabeyimdi. Çok zekiydi. Asil bir duruşu vardı. Nerede İslâmî bir faaliyet yapan teşkilât varsa maddi manevi desteğiyle İsmail ağabeyi orada görürdük. Kolay değil son 9 yılını yatağa bağımlı halde geçirdi. Bu 9 yıl içinde büyük bir fedakârlık örneği göstererek bakımını üstlenen eşi,  yılın değil yılların örnek kadını seçilmesi gereken çok değerli bir ablamızdır. O da, İsmail ağabeyim gibi ömrünü İslâmî teşkilâtlarda hizmetle geçirmektedir. Allah sağlıklı uzun ömürler versin. Merhum İsmail ağabeyime Yüce Allah’tan rahmetler niyaz ederim. Mekânı cennet olsun İnşallah… 

Kaynak: SALİH SEDAT ERSÖZ