Tıynet kelimesi, dilimizde oldukça kullanılan kelimelerden birisidir.
Tıynet, Arapça dilinden Türkçe'mize geçmiştir. TDK'ye göre tıynet kelimesi anlamı şu şekildedir: Yaradılış, huy, maya, fıtrat.

Bu hususta bir hikâye paylaşalım.

Akrep nehrin kenarında durmuş karşı kıyıya bakmaktadır.
Geçmek istemekte ama suyu geçmek için yaratılmamıştır, korkar. Dostu olan kurbağaya seslenir:
Kurbağa kardeş, seninle dostuz biz, dostluğumuz hatırına beni karşı kıyıya geçirir misin?
Kurbağa kendinden emin bir şekilde: “Yapamam akrep kardeş, evet seninle biz dostuz ama uzak durmalıyım senden. Sen bir akrepsin ve zalim bir iğnen var, çekinirim senden.”
Akrep, kurbağanın endişesini anlar, ama vazgeçmemiştir.
Bak kurbağa kardeş; şimdi sen beni sırtına alıp karşıya geçirirken seni sokabilir miyim hiç?
Bunu ancak bir aptal yapar. Ben yüzme bilmem ki, seni sokarsam ben de boğulur ölürüm.
Mantıklı gelmiştir kurbağaya. Hem eski dosttular, neden soksun ki? Kabul eder.
Akrep yaklaşır ve kurbağanın sırtına biner. Suyu geçmeye başlamışlardır yavaş yavaş.
Derken, tam da suyun ortasında, kurbağa sırtında bir yanma hisseder. Akrep sokmuştur. Acı içerisinde başını çevirir: Neden? Neden yaptın bunu, bak şimdi sen de boğulup öleceksin...
Akrep üzgün ve pişman bir şekilde şöyle der: Elimde değil. İşte benim tıynetim bu…

Herkes aslında fıtratının gereğini yapıyor ve yapıyor olacak. Burada hiç şaşırmamak gerek. Bize düşen hayat düzeninde ihtiyatlı ve tedbirli olmak. Gerisi Allah’ın tasarrufunda.

Çoban ve Yılan Hikâyesi

Bir çoban varmış. Her gün sürüsünü alır kırlara otlatmaya götürürmüş. Koyunlar otlarken, o da sırtını bir ağaca dayar, kavalını çıkarır, dertli dertli çalarmış.
Çoban bu işi her gün yaparmış.
Günün birinde yine kavalını çalarken karşısındaki delikten bir yılan çıkar ve yılan kaval sesi eşliğinde oynar, daha sonra yuvasına girerek ağzıyla bir altını getirip çobanın önüne koyarmış.
Beş gün, on gün, bir ay, beş ay derken çoban memnun, yılan memnun birbirlerini sevindirirlermiş. Çoban bir gün hastalanmış ve sürüyle gidemeyeceğini belirtip çocuğunun gitmesini istemiş. Sürüye giderken de çocuğuna şöyle demiş: “Bak, tarif edeceğim ağacın dibinde durup kavalı çalacaksın, bir yılan çıkacak, sen çaldıkça o oynayacak, sonrasında da deliğine girip bir altını getirip önüne koyacak. Sende o altını alarak eve gel…”
Çobanın oğlu birinci, ikinci, beşinci, onuncu gün söyleneni yapmış, sonrasında ise “ben niye yılanı bekleyeyim ki, en iyisi onu öldürüp yuvadaki altınları bir defada alayım” diyerek plan yapmış.
Ertesi gün de sürüyle giderken yanında bir keser götürmüş, ağacın dibine oturup kavalını çalınca yılan yuvadan çıkıp oynamaya başlamış, daha sonra çobanın oğluna bir altın getirmek için yuvaya girip çıktığında ise, çoban elindeki keseri yılana indirmiş ama yılan adamı sokarken, kuyruğunu da kaybetmiş…
Çobanın oğlu oracıkta ölmüş, yılan ise, eksik kuyruğuyla yuvasına girmiş. Çocuğunun akşam eve gelmediğini gören çoban paniğe kapılıp otlatılan yere gittiğinde çocuğunun cesediyle karşılaşmış. Çoban büyük bir üzüntüyle çocuğunun cenazesini alıp eve gelmiş.
Aradan aylar geçtikten sonra hayatın devam ettiğini anlayan baba çoban, tekrar işe çıkmış, aynı yere gelerek kavalını çalmaya başlamış ama yılan yok. Sonra yuvasından kafasını çıkaran yılana, “Gel yılan kardeş olan oldu. Eskisi gibi yine seninle dost olalım, dostluğumuzu devam ettirelim.” Demiş. Yılan çobana dönmüş ve şöyle demiş: “Ey çoban, sendeki evlat acısı ile bendeki kuyruk acısı olduğu müddetçe dost olamayız…”

Dostluklar ve arkadaşlıklar güven üzerine devam ediyor. Bu güven duygusu insanları birlikte tutuyor. Ama zaman zaman insanoğlunun, hırsı, tamahkâr halleri bu dostlukları yok ediyor. Tahrip ediyor. Telafisi de zor oluyor.

Bu hikâyeleri neden mi yazdım? Eskilerin tabiri ile “ Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az demişler…”

“Tay büyür at olur, ona sözüm yok…”

Bazı karakterler, fıtratlar yaratılıştan gelir. Sonradan değiştirilemezler. Bazı şeyler Allah vergisidir, sonradan kazanılmaz. Bir şeyin aslı ne ise bir gün mutlaka aslının karakterini ortaya koyar. Mesele koyunun yaratılış fıtratı ile kurdun yaratılış fıtratı farklıdır. Koyun yavrusu kuzu büyür koyun olur. Kurt yavrusu büyür kurt olur. Fıtratlarının gereği gibi yaşarlar.

İnsanoğlu da yaratılış fıtratının gereği gibi yaşar veya yaşamaya çalışır. Bir ana babadan dünyaya gelen insanoğlu, doğar, yaşar, çoğalır ve vakti zamanı gelince ölür ahiret hayatına göç eder. Bu döngü hazreti Âdem peygamberden beri böyledir, kıyamete kadar devam edecektir. Dünyanın düzeni böyledir.

Eşrefi mahlûkat olarak yaratılan insanoğlu, cüzi iradesini kullanarak yüce yaratana karşı sadakatini yerine getirmekle yükümlüdür. Tercih kendisine aittir. Hesabını kendi vermekle mükelleftir. İnsan olmanın, kul olmanın temel ilkesi “sen ondan razı o senden razı olarak rabbine dön” emri ilahisine uygun bir misafirlik dönemi geçirip asli vatana göç etmektir. İnsan olmanın gereği budur.

Yoksa Abdürrahim Karakoç abinin şiirinde belirtiği gibi:

“İmansızda vicdan olmaz çocuğum,
Kırk cesette bir can olmaz çocuğum,
Tay büyür at olur, ona sözüm yok,
İt büyüyüp insan olmaz çocuğum.”

Baki selamlar.