“Hilafet benden sonra otuz senedir. Ondan sonra saltanat olacaktır.”

  Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.)

İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri, bir takım insanlar, diğer insanlar arasında temayüz ederek kendileri gibi olanları idare etmişler, bazen isabetli, çoğu kez de isabetsiz davranarak toplumların yükselmelerine ya da yok olmalarına sebebiyet vermişlerdir.

Genel olarak insanlar üç türlü yönetilmişlerdir:

  • İlahi kanunlarla,
  • Beşeri, yani bizzat insanların yapmış oldukları kanunlarla
  • Yozlaştırılmış ilahi kanunlarla, beşeri kanunların karışımı olarak karmaşık idare sistemleriyle.

İlahi kanunlara dayalı olan yönetimlerde kanun koyma yetkisi, vahye yani Allah’ın peygamberi vasıtasıyla göndermiş olduğu kitaplara, Suhuf’a dayanmaktadır. Bu gibi yönetimler ya bizzat peygamberler ya da peygamberlerin çizdikleri siyaseti takip eden zatlar tarafından yürütülmüştür. Bu tür rejimlerde devlet başkanı olan peygamber, devleti Cebrail vasıtasıyla Allahtan aldığı esaslarla idare eder.

Beşeri sitemlerde ise durum tamamen farklıdır. Kökü materyalizme dayanan bütün bu sistemler, ister kapitalist, ister sosyalist, isterse faşist olsunlar, kanun koyma kaynağı insandır.  Kanun koyma yetkisini elinde bulunduran bu mekanizma, bazen Firavun ve Nemrut gibi tek insan; bazen Roma Senatosu gibi bir grup, komünizmle olduğu gibi tek parti ve polit-büro ve nihayet kandırmaca demokrasilerdeki partilerin oluşturdukları parlamento üyesi insanlar şeklinde tezahür eder ki, bunlara beşeri sistem diyoruz.

Üçüncü kısım rejimler ise ilahi ve beşeri kanunların karmaşık olarak egemen oldukları rejimlerdir. Böylesi idarelerde din adeta devlet için vardır, onun emrindedir. Bu sistemin Batıdaki örneği Ortaçağ feodalizmi; Doğudaki örnekleri ise dini ikinci plana atmış saltanatlardır. Görünüşlerine bakılırsa, her ikisinin de din için oldukları zannına varılır. Oysa gerçek hiç de öyle değildir.

Bu sitem ile yönetilen devletlerde, Müslümanların tarihinde, Haçlılar kadar zalim olmasalar bile, birçok “halife/sultan”ın da dini kendine payanda yaptığını görüyoruz. Adalete dayalı hilafetin kaldırılarak sultanın çıkarlarının ön plana çıkarıldığı saltanat sisteminde Müslüman halk, sultan karşısında ezilmiş, sesi kısılmış, gerçeği söyleyemez olmuştur. Bunun çağdaş versiyonları, Müslüman ülkelerde insanlara demokrasi adına yapılan çağ dışı baskılar, düşünce hürriyetine getirilen kısıtlamalar ve işkence uygulamalarıdır. Nasıl ki bir zamanlar hilafeti işgal etmiş olan sultan, ordularını Müslümanlar üzerine gönderebiliyor; saltanatı uğruna binlerce Müslümanın ölmesine sebebiyet veriyor idiyse, günümüzde demokratik saltanatları da, iktidarları uğruna Müslümanlara her türlü baskı ve terörü reva görüyor, bu sistemlerini ayakta tutabilmek için onları açlık, yoksulluk ve sefalete götürüyor. Örnek mi istiyorsunuz, gözlerinizi kapatıp İslam dünyasının haline bir bakım. Birkaç istisna ülke hariç tamamı bu tarife uymakta.

***

Müslümanlarda saltanat belası, tarihimizdeki meşhur “Hakem Olayıyla” başlamıştır. İslam devlet başkanlığına şura yerine tarafgir hakemlere havale edilişi ve Müslümanların seslerini keserek buna –kerhen de olsa- razı oluşları, Müslümanların idare sisteminde çatlamalara yol açmıştır. Nitekim Hz. Ali (R.A) , Sıffin olayından sonra seçilen hakemlerin vermiş oldukları kararı hiçbir zaman kabul etmediği gibi, bu hakemlerin tayin ettikleri Muaviye’yi de halife olarak tanımamıştır.

Böylece bir tarafta geleneğe uygun olarak Medine’de peygamber mescidinde biat almış olan Halife Ali b. Talip; öbür yanda tarafgir hakemlerin oldu-bitti ile tayin ettiği halife Muaviye b. Sufyan ayrı ayrı devletler halinde yönetimlerini sürdürmekteydiler.

Mamafih, hiçbir Ehlisünnet âlimi Hz. Ali’nin sağlığında Muaviye’nin hilafetini meşru görmemiştir.

Hz. Ali’nin vefatından sonra, bir huruc hareketi yapmış olan Hz. Hasan’ın, Müslümanların kanları akmasın diye Kudüs’te hilafeti Muaviye’ye terk edişinden sonra her tarafta Muaviye’ye biat etmişlerdir.

Halife Muaviye’nin oğlu Yezid’i kendisinden sonra halife olmak üzere veliaht tayin etmesiyle beraber, İslam tarihinde saltanat dönemi başlamış oldu.

Bu saltanat hastalığı Müslümanlarda, gerek devlet yönetiminde, gerekse başında bulundukları siyasi parti, dernek, sivil toplum kuruluşu gibi cemiyet hayatını ilgilendiren müesseslerde devam etmiştir/etmektedir. Koltuğa oturan bir daha orayı bırakmak istemiyor. Sevk ve idare benim kontrolümde olsun, ben yöneteyim, söz sahibi benden başak kimse olmasın diyor. Din adına söylemler getiriyor, teviller oluyor, suni korkular üretiliyor. 

Hiç kimse hesap etmiyor ki, Nuh peygamber kadar ömrünüz olsa, Karun kadar zengin olsanız bir gün sahip olduğunuz bu emanetler Azrail tarafından elinizden alınacak, ebedi âleme bu dünyada yapılan ameller ile göç edilecek. Ve amelleriniz ile birlikte yalnız Allah’a hesap verilecek.

***

Fatiha süresinin sırrına ermiş hiçbir Müslüman yeise kapılmaz, ümitsizliğe düşmez,başarı ve başarısızlığı başkalarında aramaz. Sebeplere sarılır, Allah’a kalbi selim ile tevekkül eder. Ahzab süresinde buyrulan emir ve yasaklara uyar.

“Ey Peygamber! Sana yaraşır bir takva ile Allah’a karşı vazifelerini yerine getirmeye devam et ve O’nun korumasına sığın. Dîne aykırı tekliflerinde kâfirlere ve münafıklara asla itaat etme! Şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Rabbinden sana vahye dilene uy! Muhakkak ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Yalnız Allah’a güvenip dayan. Çünkü güvenip dayanılacak ve işlerin kendine havale edileceği makam olarak Allah yeter!” ( Ahzâb Sûresi 1,2, 3.ayet)

Yazıyı gençlik yıllarından aklımda kalan, müellifini şimdi tam hatırlayamadığım bir dörtlükle, halimizi özetleyerek tamamlıyorum: 

“Dini, milli burçlardan her gün açıldı gedik,

Harama fetva aldık helal diye yedik,

Yarattığı dünyada bile Haşa Allah’a,

Biz laik devletiz bize karışma dedik.”

Baki selamlar.

Kaynak: Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Müslümanların Tarihi, 3.cilt, Beyan Yayınları, 4.Baskı