Vefa sayfamızın şimdiki misafiri, Mardin doğumlu olmasına, ilim tahsilini doğuda yapmasına ve icazetini Menzil’den almasına rağmen daha sonra tebliğ ve irşad için Konya’yı seçen, Konya’ya yerleşen, hatta ismine bile Konya’yı ekleyen merhum Muhammed Konyevi Hoca Efendi olacak. Kendisinin hayatı ve hizmetleri ile ilgili geniş bilgileri, muhterem İbrahim Okka ağabeyimin aracılığı ile oğlu Hüsamettin Sönmez Hocamızdan aldık. Hüsamettin Sönmez Hocamızın verdiği bilgileri aynen aktarıyorum:

“Seyda Muhammed Konyevî Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin merkeze bağlı Konaklı köyünde dünyaya geldi. Doğduğu köy bir dağ yamacında, susuz ve insanların bin bir sıkıntı ile geçimlerini sağlamaya çalıştığı zor bir yerdi. Seyda’nın ailesi de bu köyde, bağcılık ve hayvancılıkla geçiniyorlardı.

Seyda’nın babası çok faziletli, takva ehli bir insandı. Seyda’nın annesi ise, Hazreti Ömer (r.a.) Efendimizin soyundandı ve meşhur Şeyh Musa-i Zolî’nin torunları olarak biliniyorlardı. Asla yabancılara kızlarını vermeyen Mollazade bir aileydi. Ama Seyda’nın babası Hacı Hasan Efendi erdemiyle, ahlakıyla diğer insanlardan farklı olduğunu hemen hissettiriyordu. Bu hali, Farukî yani Hz. Ömer efendimizin soyundan gelen ve Şeyh Musa-i Zoli’nin torunlarından olan şeyh Abdi Esvet ailesinin dikkatini çekti ve gönül rahatlığıyla kızlarını Hacı Hasan Efendi’ye verdiler. Seyda hazretleri işte bu ailenin ilk çocuğuydu.

ÇOCUKLUĞU

Seyda Hazretleri daha beş yaşında iken Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrendi ve hatmetti. Köylerine yakın bir mesafede olan ve Nakşî şeyhi olan Seyda Molla Abdulcelil’den tevbe aldı ve düzenli hatmelere devam etti.

İlim öğrenmeye ve İslami yaşantıya çok meraklıydı. Fakat köylerinde ve yakın bir yerde medrese olmadığı için sistemli bir eğitime başlayamadı. İlkokulu bitirdikten sonra ilim tahsiline başlamadan önce bir süre ailesinin işlerine yardımcı oldu, çobanlık gibi işler yaptı. Bu yıllarda içini ilim hasreti yaktı durdu. Bu onun ileride ilmin kıymetini daha iyi bilmesine vesile olmuştur.

O zaman dahi Seyda Muhammed Konyevî Hazretlerinin keskin zekâsı, yakın çevresinin ve onu tanıyanların dikkatini çekerdi. Akrabaları, onun okuyup o dönemin en revaçta görülen mesleği olarak öğretmen olmasını isterken, köyün imamı olan dayısı onun medreseye yerleşmesini ve İslami ilimleri tahsil etmesini istiyordu. Zira daha küçük bir çocuk iken bile kendisinde mahzun ve vakur bir hal vardı. Diğer çocuklara hiç benzemiyordu. Farklıydı. Zira o, yüce bir davanın ağır yükünü taşıyacak bir edebe sahipti. Çok şefkatli ve merhametliydi asla çocuk veya genç arkadaşlarıyla kavga etmedi. Yaşı büyük birinin hali gibi vakur, ağır başlı dururdu. Küçük yaşına rağmen büyüklerin zor yapabileceği ağır iş ve sorumluluk isteyen birçok işlerde babasına yardım ederdi.

Seyda Hazretleri, Hacı Hasan Efendi’nin ilk çocuğuydu. Hacı Hasan Efendi’nin bir üzüm bağı vardı ve bunun dışında da biraz koyunları vardı. Seyda hazretleri sabahtan akşama kadar ya üzüm bağında babasına yardım ederdi ya da koyunları meraların bulunduğu çok uzak yerlere götürerek, çobanlık yapardı. Bütün bunlar olurken, hayatın deveranı içinde olgunlaşıyor; günlerini tefekkür ve ibadetle geçiriyordu.

Seyda Hazretleri küçük yaşta olmasına rağmen ibadetlerine azami hassasiyet gösterirdi. Köylerinde kuraklık olduğundan hayvanları otlatmak için götürdüğü yerlerde su bulmak zordu. Bu sebeple gece yola çıkarken, sabah namazını düşünerek suyunu yanında götürürdü. Herhangi bir sebeple suyu zayi olduğu zaman; “Sabah namazının abdestini nasıl alacağım?” diye endişelenir, namazımı kaçırırım diye uyumaz ve vaktin girmesine yakın, abdest almak için o karanlıkta uzaktaki bir köye giderdi.

Seyda Hazretleri, bunların hepsinin Allah-u Zülcelâl’in bir ikramı, o’nun bir nimeti olduğunu ifade ederdi. Bütün bunları, kendisinin kemalâtı olduğunu açıklamak için değil, Allah-u Zülcelâl’in kendi üzerindeki bir nimeti olduğunu açıklamak için söylerdi.

Seyda Hazretleri, daha küçük yaşlardayken bile cemaati kaçırmazdı. Köy halkından o yaştakiler arasında camiye gelen de yoktu. Köyün imamlığını yapan dayısı, ona nazar olabileceğinden endişe ederdi. Hiç kimse ona bunları yapmasını emretmediği halde ibadetlerine devam ediyordu. Bu da gösteriyor ki bütün bunlar, Allah-u Zülcelal’in ona bir ikramıydı.

Seyda hazretleri daha küçükken yaşadığı ilginç bir hadiseyi şöyle anlatmıştır:

“Dayımın ailesi Osmanlılar zamanında askerden muaftılar. Onlar sadece ilimle ve halkı irşad ile meşguldüler. O yüzden bu aileden hiç kimse ticaretle de uğraşmazdı. Onlar sadece görev yaptıkları yerlerde İslam’ın yaşanması ve öğrenilmesi için çaba içinde olurlardı. Halkın içindeki ihtilaf ve niza’a da müdahale eder ve barışın sağlanmasına çalışırlardı. Sırf bu yüzden Osmanlılar bu aileye flama şeklinde bir barış bayrağını armağan etmişlerdi.

Kuran-ı Kerim’de de, “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe, 122) buyrulmuştur. Alimlerin askere gitmemesi İslâmî bir hükümdür.

Cumhuriyet kurulduktan sonra eskiye ait ne kadar kaide ve kural varsa rafa kaldırıldı. Ve dayımın ailesine ait tüm erkekler askere sevk edildi. Bunların hepsi sakallı ve sarıklı hocalardı. O dönemde zaten din alimlerine karşı her bahane ile eziyet yapılıyor, toplum nezdindeki itibarları yok edilmeye çalışılıyordu. Elbette yaşlı başlı alimlerin sakallarının tıraş edilerek askere göndermeleri ailelerine ve cemaatlerine çok ağır geliyordu. Üstelik köyümüzde yıllardır imamlık yapan dayımın yaşı da hayli ilerlemişti, sağlığı o günkü askerlik şartlarına dayanacak gibi değildi. Ama tek parti döneminin hüküm sürdüğü o kasvetli günlerde, sürekli askerler köye baskın düzenleyip onu ararlardı. Bir gün yine askerler köye baskın yaptılar. Dayımı bulamayınca hanımını alıp gideceklerini söylediler. Bu köyün içinde şok etkisi yaptı. Tüm yalvarmalara rağmen askerler dayımın eşini evden çıkarıp götürdüler. Hal böyle olunca köylülerin de mutlaka tepkilerini göstermeleri lazımdı. Ve köyün tüm kadınları da benim yengemle beraber yürüdüler.

Ben o zaman küçüktüm, annem elimden tuttu ve ben de onlarla beraber yürüdüm. Köyün dışına çıkmıştık ki, iki atlı yolda belirdi. Bunlar iki genç adamdı, atları da gayet asildi. Bu gençlerle askerler arasında tartışma çıktı. Köyden hiç kimse bu gençleri tanımıyordu. Derken tartışma büyüdü ve askerler bu gençlere ateş açtı. Onlar, vadiye doğru atlarını sürdüler, askerler peşlerinden gitti. Bir süre vadiden silah sesleri geldi. Daha sonra biz köye yengemle beraber döndük. Bir daha askerler dayımı almak için gelmediler ve o gençlerin kim olduğunu da hiç kimse öğrenemedi. İslami ilimler ve yaşantı açısından böyle sıkıntılı yıllardı.”

Seyda hazretleri askerlik yaşına kadar okuyamadı. Evin büyük çocuğu olmasından ötürü hep babasına yardım etti. Okuma hasretiyle Seyda hazretlerinin içi hep yanardı ama yapılacak bir şey de yoktu. Yine bir gün bağda çalışırken Seyda’nın muhterem annesi onun mahzun ve neşesiz olduğunu gördü ve ona

- Oğlum neyin var neden hüzünlüsün? Diye sordu.

Seyda hazretleri annesine:

- Anneciğim düşünsene bir adam sıcak ve güneşli bir ortamda oruçlu halde çalışmak zorundadır ve iftar vakti geldiğinde çok susamış halde, elinde bir tas su bulunan bir kişiden o suyu istiyor. O da ona suyu vermiyor. İşte ben bu durumdayım.

- Kimdir bu suyu sana vermeyen oğlum?

- Babam vermiyor anne, zira ben o iştiyakla okumak istiyorum ama o müsaade etmiyor.

Bunu duyan anne, hemen Hacı Hasan Efendi’nin yanına gitti. Oğlunun durumunu kendisine anlattı ve izin için ricada bulundu. Aralarında konuşurlarken Seyda hazretleri yaklaşık yirmi otuz metre ötede onları gözlemliyordu. Derken konuşmaları bitti ve anne Seyda’ya doğru geldi. Gelirken gözleri yaşlı ve çok hüzünlüydü. Seyda hazretlerine dedi ki:

- Oğlum baban diyor ki “Bende okumasını istiyorum ama o bana yardım etmese nasıl geçineceğiz. Ben tek başıma bu kadar işin üstesinden gelemem.”

İkisi de hüzünlendi ve Seyda hazretleri çalışmasına devam etti.

ASKERLİĞİ

Seyda Hazretleri, 24 ay yani iki sene gibi uzun bir süre askerlik yaptı. 1962 yılında Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde iki aylık acemi eğitiminden sonra, Edremit’te iki ay ihtisas eğitimi aldı. Daha sonra Edirne’nin Keşan ilçesinde yirmi ay askerlik yaptı. 1962’de Yunanlılar tarafından bir uçağımızın düşürülmesinden sonra tam üç ay boyunca ‘Kırmızı Alarm’ ile İpsala sınırı boyunca mevzilerde kaldı. Bu süre boyunca İslami edep ve yaşantısıyla silah arkadaşlarına hep örnek oldu. Askerde bu minvalde yaşadığı çok anı vardır. Onlardan birisi şöyledir;

“... Bir keresinde Seyda Hazretleri mevzide ezan okur ve askerlerle cemaat olup topluca namaz kılarlar. Bu olay dikkatlerden kaçmaz. Daha sonra komutanı,

“Sizin oralardan sesler yükseldi, neydi o?” diye sorar. Seyda hazretleri,

“Biz ezan okuduk” der. Komutan,

“Cephede ezan mı okunurmuş!?” diye itiraz yollu bir başka soru sorar. Seyda Hazretleri,

“Ezan zaten cephede okunmalı” diye komutanına, unutamayacağı bir irfan dersi verir.

Sessiz kahramanlar! Sessiz kahramanlar!

İlk tahsili, hocaları ve ilim yolunda çektiği sıkıntılar

Medrese tahsiline ilk olarak Mardin’e bağlı Bilali köyünde başladı. Bu köyde, Seyda Molla Mahmud adında bir âlimden ders aldı. Bu zat, köken olarak Türkiye’den göç edip, Suriye’ye yerleşmiş bir ailedendi. Türkiye’de medreselerin kapatılması sebebiyle birçok alim ve ilim talebesi o yıllarda Suriye’ye göç etmişti. Hatta Suriye’de Etrak, yani Türkler adıyla anılan mahalleler vardır. Menderes döneminden itibaren İslamî ilimlere baskılar biraz azalınca medreseler yeniden açılmaya başladı. Seyda Molla Mahmud da, Türkiye’ye dönerek, bir medrese açmış ve İslami ilimlerin tedrisiyle meşgul olarak talebe okutmaya başlamıştı.

Seyda Molla Mahmud, ilim ehli, takva sahibi, bilge bir insandı. Seyda Konyevî Hazretleri, bir süre Seyda Mahmud’un yanında okuduktan sonra öğrenimine devam etmek için Van’ın Navhend ve daha sonra Şifreş köylerinde devam etti. Bu köyde ders veren Seyda Molla Hikmetullah ve Seyda Molla Abdulbari gibi değerli âlimlerin bulunmasına rağmen maalesef medrese binası yoktu.

İlim öğrenmek için köyün dışından gelen talebeler caminin içinde kalırlardı. Ne bir banyoları, ne de yemek yapacakları bir mutfakları yoktu. Mahrumiyet ve imkânsızlıklar içindeydiler. Öğrencilerin yemeklerini, kendileri de yoksul olan köylüler üstlenmişlerdi. Her bir öğrenciden bir aile sorumluydu. Sabahları ve akşam vakti geldiğinde o öğrenci gider, o ailenin kapısından kendisine pişirilen yemekten bir tabak uzatılırdı. Öğle yemeği imkânları zaten yoktu.

Kaldıkları caminin suyu da yoktu, ta uzakta bulunan bir dereden su getirirlerdi. İşin belki de en zor tarafı buydu. Bir öğrenci yıkanmak istediğinde güğümüne su doldurur ve “tayin” yani yemeğini veren, kendisinin sorumluluğunu üstlenmiş aileye teslim eder, aile aldığı güğümü tandırda ısıtır ve o öğrenciye geri verirdi. Ancak bu şekilde sıcak su bulabiliyorlar, yoksa soğuk suyla yıkanıyorlardı. Seyda Hazretleri, yaşadığı zorluklarla dolu talebelik yıllarını anlatırken, “Ben sıcak su isteyemiyordum, zira utanıyordum,” der.

Seyda ilim yolunda çok çileler ve meşakkatler çekmiştir. Bu imkânsızlıklar sebebiyle, şiddetli bir şekilde hastalanmasına sebep olan bir hadise yaşamıştır.

Havanın ayaz kestiği ve suların buza döndüğü bir kış gününde yıkanma ihtiyacı olur. Ne yapacağını bilemez Seyda... Utandığı için ailelerden de sıcak su isteyemez. Çaresiz dereye yönelir. Seyda hazretleri diyor ki, “Derenin durgun ve derin olan yerleri bütünüyle buz tutmuştu akan yerleri de derin değildi, yıkanmaya yaramıyordu. Buzları kırdım ve o buzların altına girerek yıkandım.”  Hava o kadar soğuktur ki sonrasında camiye gelinceye kadar tüm vücudu buz tutar ve çok şiddetli şekilde hastalanır. Hatta böbrekleri hastalanır, Seyda’dan kan gelir. Bu hastalığın ağırlığından dolayı bir süre yatmak zorunda kalır.

Seyda Hazretleri doğunun bazı meşhur âlimlerinden de ilim tahsil etmiştir. Muhammed Diyauddin Hazretlerinin torunlarından olan Molla Takyeddin’in Halifesi Molla Abdulbaki ve Seyda-i Süleyman Banihi Efendi bunlardandır. Yine bu kıymetli zatlardan başka alimlerden ilim tahsil ettikten sonra, ilmini tamamlamak için son olarak, Nakşibendi yolu saadatlarından Gavs-ı Bilvanisi namıyla meşhur Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni hazretlerinin halifelerinden, Şeyh Seyda Abdussamed-i Ferhendî Hazretleri’nin yanına gelmiştir.

Onun yanında bir yıl kaldıktan sonra, zahiri ilimlerden (medrese ilimlerini bitirerek) icazet almıştır. Şeyh Seyyid Abdussamed-i Ferhendî Hazretleri, güzel ahlakından dolayı onu kerimesiyle (kızı ile) evlendirmiştir.

TASAVVUFA ALAKASININ BAŞLAMASI

Seyda Konyevî Hazretlerinin, daha küçük yaşta iken tasavvuf büyüklerine karşı büyük bir sevgi ve alakası vardı. Genç yaşta Seyda Molla Abdulcelil’den tevbe alıp ve düzenli hatmelere devam ettiği gibi, hep tasavvuf ehli olan alimlerden ders aldı. Ama gerçek anlamda bir mürşide intisab ederek, tasavvuf yoluna girmesi ilginç bir rüya ile başladı. Bir tasavvuf şeyhinin damadı olmasına rağmen henüz hiç bir yere intisab etmemişti.

Seyda Konyevî kuddise sirruh, ilmi icazetine iki ay kala bir gün Diyarbakır’ın Silvan ilçesine bağlı Ferhend köyünün camisinde, Kur’an okurken uyuyakalır. Rüyasında cami kapısında bir ilim talebesi belirerek kendisine “Şeyh Alaaddin Haznevi Hazretlerinin kendisini falan köyde beklediğini” söyler. Seyda hazretleri o ilim talebesine sevincinden sarılır ve: “Sana da Şeyh Alaaddin’e de kurban olurum” der. Seyda hazretleri rüyanın devamında Seyda Şeyh Abdussamet hazretlerine bu durumu açıklar ve ziyaret için hazırlıklar yapılırken uyanır.

 Seyda uyandığında o köyün yakın olduğunu biliyordu ama Şeyh Alaaddin’in Suriye’de olduğunu ve o köye gelmediğini de biliyordu. Bu rüya sebebiyle Şeyh Alaaddin Haznevi Hazretlerine karşı derin bir muhabbet hasıl oldu. Fakat o sıralar Suriye’ye gitmek kolay olmadığı için imkan ve fırsat bularak gidemedi. Tâ ki doğduğu köye imam tayin olununcaya kadar...

İLK MÜRŞİDİ ŞEYH ALAADDİN HAZRETLERİNE GİDİŞİ

O dönemlerde köylüler hem fakirdi, hem de ticaret yapacakları bir alan olmadığı için huduttan bir şekilde gizlice sızarak atlarıyla ürünlerini Suriye’ye götürürler, sattıkları ürünlerinin karşılığında yine ihtiyaç duydukları şeyler alarak geri dönerlerdi. Zaten Osmanlı devrinde Suriye bizim bir vilayetimizdi, sınırın iki tarafındaki köyler birbiriyle akraba idi. Bu sınırlar zoraki bir şekilde halkın arasına çizilmişti. Sırf belki de o yüzden yöre halkı hiçbir zaman Türkiye - Suriye tabirini kullanmadılar. Onlar bu suni sınırı hazmedemedikleri için “Ser het” “Bın het” dediler yani hattın üstü hattın altı.

Bir gün yine köylüler Suriye’ye gidecek böyle atlı bir kervanın hazırlığı içerisindeyken, Seyda Konyevî Hazretleri gelerek onlara, “Ben de sizinle gelsem olur mu?” diye sordu. Köylüler çok şaşırdılar; zira yolculuk çok tehlikeliydi. “Seyda, sen âlim bir zatsın, senin ne işin olur böyle bir yolculukta?” diye hayretlerini dile getirdiler. Seyda: “Ben de manevi ticaret yapacağım” deyip o kafileye katıldı ve onca tehlikeyi göze alarak Suriye’ye gitti. Zira o gördüğü rüya sebebiyle Şeyh Alaaddin Haznevi Hazretlerine karşı derin bir muhabbet duyuyordu.

Seyda Konyevî Hazretleri, Suriye’nin Kamışlı şehrinden arabayla Telmaruf beldesine giderek Şeyh Alaaddin Hazretlerini ziyaret etti. Vardığında, Şeyh Alaaddin Hazretleri de sanki onu bekliyormuş gibi karşıladı ve özel olarak ilgilendi. Ondan tarikat aldıktan sonra tam bir hafta orada kaldı. Daha sonra yine aynı yöntemle Türkiye’ye döndü.”

Elbette yolumuzu aydınlatan büyüğümüzün aramızdan ayrılması çok acıydı. Ateş düştüğü yeri yakar derler. Ayrılık acısı bütün gönül ve yol arkadaşımız olan sofi kardeşlerimizin yüreğine kor ateş gibi düştü. Bu acı karşısında tek tesellimiz, kendisi bize ve fani aleme veda etse de arkasından bu yolu aynı titizlikle devam ettirecek olan bir evlat ve halef yetiştirmiş olmasıdır. Şimdi bize düşen onun bıraktığı yerden manevi mirasına sahip çıkmaktır. Onun evladı ve Halifesi Seyda Feyzullah Konyevî hazretleri de aynı şekilde ilim ve irşad hizmetlerine devam etmektedir.  Allah-u Zülcelâl Seydamızın nurlu yolunu, açtığı hayır kuruluşlarımızı, Onun feyzi ve duası hürmetine ihlasla bu hizmetleri sürdürmeyi nasip eylesin. Ahirette de onun şefaatine nail eylesin.”

Bu vefa yazısının hazırlanmasında aracılık yapan değerli İbrahim Okka ağabeyime ve bu önemli bilgileri veren Hoca Efendinin oğlu Hüsamettin Sönmez Hocamıza şükranlarımı sunuyorum.

Seyda Muhammed Konyevi Hoca Efendiyi 2004 yılında İbrahim Okka ağabeyim ile birlikte ziyaret etmiş elini öpmüştük. Bu kısa ziyarette bile kendilerinin Allah dostu velî bir zat olduğunu, nurâni yüzünden ve kalbe nüfuz eden konuşmasından anlamak mümkün olmuştu. Allah dostlarını gördüğünüz anda girdiğiniz halet-i ruhiyeden onların manevi hallerini kavramakta güçlük çekmezsiniz. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun İnşaAllah…  Rabbimiz böyle büyüklerimizin eksikliğini göstermesin. 

DEVAM EDECEK

Kaynak: SALİH SEDAT ERSÖZ