Güneş ikindi vakti,

Pırıl pırıl parlamakta.

Altun-Aba medresesinde ders veren Mevlânâ,

Evine maiyetiyle revan olmakta.

Hiçlik duygusuyla bükülmüş boynu,

Ağır aheste giderken yoluna,

Birden geldiğinde yolun ortasına,

İki çıplak kol uzanır katırın dizginlerine.

Birden irkilen hayvanı da durunca,

Kendine geldi Mevlânâ.

Başını kaldırdı baktı,

Tanımadığı bir insanı gördü.

Esmer, yanık benizli,

Tanımıyordu, kesmişti yolunu.

Ateşli, manalı, keskin bakışıyla,

Mevlana'yı süzüyordu.

Kimdi bu adam, birden önüne çıkan,

Saçı sakalı karma karışık olan,

İhtiyarca, bakışları kıvılcım saçan,

Öyle büyüleyici, öyle yakıcı bakış atan?

Hem çok yabancı, hem çok yakındı.

Bir kıvılcım yandı, kalbi yerinden çıkacaktı.

Ey dost aradığım sen misin?

Gündüzüm de gecem de olan,

Yakan ve yandıran, kimsin sen bana yabancı olmayan?

Bir bakışınla aldın benden beni,

Sonsuz ummanlara saldın beni,

Kendine gelen Mevlâna,

Maruz kaldı yabancının sorusuna.

Diyor ki yabancı; “sen,

Sultan’ül-ûlema oğlu,

Mevlâna Muhammed Celâleddin’sin değil mi?”

-Evet!…

Soruyor bir taraftan,

Katırın dizginleri de elinde bir yandan,

Gözleri kıvılcım saçıyor,

Ve Mevlâna'ya diyor;

-“Bir müşkilim var, söyle bana,

Hz. Muhammed mi büyüktür?

Beyazıd-ı Bestami mi?

Ne dersin?...

Bu soruyla irkildi Mevlâna,

Toplaşan halkın şaşkın bakışları arasında,

Sorunun manasını anlamış tı Mevlâna,

Soranın hiç de yabana atılır bir kimse olmadığını da.

-Bu nasıl bir soru?

Hz. Muhammed büyük elbet!

Yüzüne yumuşama hâlesi,

Dudaklarına tebessüm geldi.

Soran kişi memnun oldu,

Tekrar soruyu şöyle sordu;

-Hz. Muhammed der ki;

“Yâ Rabbi seni methederim,

Seni layık olduğun şekilde bilemedik.”

Diye buyurur.

-Beyazıd-ı Bestâmî ise;

“Ben kendimi methederim, ulularım.

Benim şu anım çok yücedir.

Zira cesedimin her zerresinde Allah var,

Allah'tan başka varlık yok demekte.”

Buna ne buyurursunuz?...

Sorunun derinliğini biliyor Mevlâna,

Hemen cevap veriyor ona;

“Hz. Muhammed, günde sayısız makamlar çıkıyor,

Her makam ve mertebeye varışında,

Evvelki bilgi ve hayalinden istiğfar ediyor.

Peygamber hiçbir makam ve hüküm de,

Kalmayan Rabbi, ebediyen tenzih ediyor.

Bütün tecelliyatı tecrit ve tenzih edebilmeyi,

Mukavemetine mâlik bulunuyor.

Beyazıd-ı Bestâmi ise;

Mutasavvıf, ulaştığı ilk makamın,

Sarhoşluğuna kapıldı ve kendinden geçti,

O makamda kaldı ve hemen bu sözü söyledi.

Bu cevabı alan adam,

Sendeleyerek yere düştü, bayıldı.

Mevlâna katırından inerek,

Dervişi kucakladı, yerden kaldırdı.

Sanki iki Umman denizi,

Birbirine kavuştu.

Merac’el Bahreyn yeri oldu,

Ezelden tanıyan iki dost gibi,

Kucaklaştılar, kol kola girdiler.

Aralarında konuşma olmadan,

Mevlâna’nın medresesine yürüdüler.

Talebeler ve halk şaşırıp kaldılar,

Olana bitene mana veremediler.

Aşık maşukuna kavuştu,

Attığı okla derviş, kendisi vuruldu.

Melikdad oğlu Ali, Tebrizli,

Azeri türklerinden soyu.

Mevlâna’yı uçsuz bucaksız,

Aşk denizine salıveren,

Onu pişiren, potasında yakan, kavuran,

Tebrizli Şems, Mevlâna’yı, Mevlâna yapan!.

Mevlâna ve Şems, umman deryalara daldılar,

Nur denizinde yüzdüler,

Ahu dududan içtiler,

İçip içip kendilerinden geçtiler.

Mânâ aleminin sırlanmış hücresinde,

Aylarca sürecek sohbetlere başlandı,

Artık Şems'in sohbetlerini kana kana içen,

Mevlâna,

Cân gözüyle âlemi görmeye başladı.