Hira dağı’ndan fışkıran bu nehir, Peygamber’inin verdiği istikamet üzere insanlığa hayat vermek için yola koyulmuş, Hint Okyanusu’ndan Atlas okyonusu’na kadar insanlığı kuşatmıştır. Kısa sürede Hicaz ve yemen’i aşarak kuzeyde Irak, İran, Azarbeycan’a, batıda Endülüs’e, doğuda Maveraünnehir’e kadar ulaşmıştır. Uğradığı yerlere hayat veren bu nehrin eteklerinde nice medeniyetler kurulmuştur.

Aktığı her yere, karşılaştığı her insana hayat bahşeden bu nehir, tarihi akışı içinde iki büyük tehlike ile karşılaşmıştır. Birinci tehlike ana nehirden ayrılan kollarının müstakil başka kollara; derelere çaylara dönüşmesidir. İslam’ın ilk asrında oluşan kimi farklılaşmaları, bazı mezhepsel oluşumları siyasi, itikadi, fıkhi birtakım ihtilafları bu cümleden görmek gerekir.

Nehirden ayrılan bu kollar zaman zaman kendini ana nehir yerine koymuş, bazıları bununla da yetinmeyerek ana nehrin akışını engellemeye kalkışmıştır.

İkinci tehlike ise başka diyarların kirli sularının nehre akıtıp onu kirletmesidir. Bu tür tehlikeli sızmalar  bazen  uydurma bir hadis, bazen yabancı bir yorum, bazen de başka kültürlerin baskın çıkmasıyla  kendini gösterirken, yer, yer de nehrin yatağını inşa eden ve ona istikamet veren Nebi’nin işaret ettiği aşırıların  tahrifatlarında (tahrifu’l-ğalin), bozguncuların sokuşturmalarında (intihalu’l-mubtılin) veya  cahillerin yorumlarında (te’vilu’l-cahilin) vücut bulmuştur. Başka  bir ifadeyle dini olan bu kültürel olanın karışması, adet ile ibadetin ayni telakki edilmesi yerel olan ile evrensel olanın bir addedilmesi  vesile ile maksadın yer değiştirmesi, sabitelerle değişkenler değişiklikler arasındaki ayrımının ortadan kalkması, bu  eşsiz medeniyet nehrinin akışını önleyen sorunlu düşünsel tehlikelerdir.

Peki tarih boyunca Müslümanlar bu iki tehlikeye karşı ne yaptılar? Aslında sahabeden itibaren Müslüman alimler ve düşünürler bu tehlikenin farkındaydı, zira Kur’an, geçmiş kavimlerin, peygamberlerin ve geçmiş dinlerin başlarına gelenleri anlatarak bu tehlikelere karşı müminleri uyarmıştır. Ayrıca Hira’ya tenzil buyurduğu rahmet suyunun arılığını, duruluğunu ve korunmuşluğunu Allah bizzat üstlenmiş, Hazret-i Peygamber de istikametini verdiği, mecranın belirlediği nehrin kıyamete akacağını müjdelemiştir. İlk Müslüman nesiller işte bu yüksek özgüvenle medeniyet nehrini maruz kaldığı tehlikelerden azami derecede koruyarak –akıtmayı başarmışlardır. Bu tehlikelere karşı fıkıh ilmiyle derin bir anlayış geliştirilmiş, gerek tefsir gerekse hadis gibi ilimlerle bu sızıntılara/tehlikelere karşı önlemler alınmış; kelam tasavvuf ve felsefe gibi ilim dallarıyla da söz konusu tehlikeler bertaraf edilmeye çalışılmıştır. Bu gayretlerin sonucu mezhepler ve farklı düşünce ve irfan mektepleri ortaya çıkmıştır. Bu çabaların tek hedefi bütün insanlığa hayat verecek olan İlam nehrini akıtmak olmuştur. Usül-i fıkıh ve usülü’d-din gibi sağlam temeller/ metodolojiler üzerine bina edilen bu ilimler sürekliliğin dinamizmi olmuş, İslam nehrinin gittiği yerlere ilmi, himeti ve marifeti taşımasını sağlamış, bu sayede nehre kavuşan beldeler birer ilim, hikmet ve marifet yurduna  dönüşmüştür.

Tarih boyunca bu nehir, zaman zaman duraksamalar yaşasa da hiçbir engel tanımadan akmaya, insanların tüm müdahalelerine rağmen etrafına hayat vermeye devam etmiş, tarih, zaman ve insan ile birlikte nehir, insanlığı arındırarak akışını sürdürmüştür. Bu bereketli nehir kendisini tümden kurutmak isteyen Haçlı ve Moğol gibi harici saldırılara maruz kalmış ama onları da bir şekilde alt etmeyi başararak yoluna devam etmiştir.

Ne var ki 18. Asırdan itibaren nehir duraksamanın da ötesinde duraklamış, tarih, zaman ve insan ile birlikte akmamaya başlamıştır. Nehir ile arasına mesafeler giren İslam ümmeti de bu sebeple nehir hakkında ihtilafa düşmüştür. Kimisi suyun mecrasını değiştirmeye çabalarken bir kısmı nehrin bizzat kendisi hakkında şüpheye düşerek başka nehirler aramıştır. Kimisi nehrin yanış aktığını iddia ederek mecrağını sorgulamaya başlamış ve nehri yeniden akıtmak istemiştir. Kimisi suyun kirlendiğini iddia ederek modern zamanlardan devşirilen cihazlarıyla on dört asırdır akan nehrin suyunu sözüm ona arıtmaya kalkışmıştır. Kimisi modernizmin tarihsel laboratuvarlarında suyun mahiyetini ve tabiatını incelemeye teşebbüs etmiştir. Ana kitle ise bozulur korkusuyla nehirle insan ve hayat arasında ki, bütün içtihat kapılarını kapatarak suyu durdurma, akıtmama ve dondurma gayreti içine girmiştir.

Peki kimisi iyi niyetli olan bu çabalar sonucunda ne olmuştur? Şüpheye  düşüp başka nehirler arayanlar ve suyun mecraını değiştirmeye kalkışanlar helak olmuşlardır. Nehrin yanış aktığını iddia edenler Peygamber ve ashabının yapamadığını kendileri yapmaya teşebbüs ederek muhal olana talip olmuşlardır. Nehri arıtmaya  kalkışanlar daha büyük, daha modern bidat ve hurafelere batmışlardır. Laboratuvar kurup suyun tabiatını inceleyenlerin çabaları da akim kalmıştır. Korumak adına nehri durduranlar ise onu gölete çevirdiklerinden daha çok kirlenmesine sebebiyet vermişler ve bu tutum ve davranışları da daha önceki bütün yanışlara zemin hazırlamışlardır.

Aslında bu nehir metaforu başka bir temsil teşbih formunda bizzat Kur’an’dan mülhemdir. Ra’d suresi 17. Ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur “O, gökten su indirdi de vadiler dolusu sel olup aktı. Bu sel çer-çöpü ve köpüğü de önüne katıp götürdü…Suyun alıp götürdüğü çer-çöp ve köpük bir tarafa atılıp gider de insanlara fayda veren şey (su) dünya var oldukça kalır. İşte Allah böyle misaller getiri”. Fahrettin Râzi’ye göre buradaki su, vahiy ve Kur’an’dır. Vadiler ise insanların kalpleri, ülkeler ve memleketlerdir. Her kalp ve her bölge, miktarınca o mübarek sudan istifade eder. Nasıl ki her vadi hacmince su dolar, her kalp de miktarınca Kur’an’dan nasibini alır. Nasıl ki her vadiden akan su, önüne çer-çöp köpük katıp götürü, her kalp de şüphe, vesvese ve tereddüt taşır.

Bu ayetin nehir meteforu çerçevesinde günümüz Müslümanlarına söylediği pek çok şey vardır. Ama işin acı yönü nehrin kendisini, suyun hakikatini konuşmak yerine  sürekli selin önüne katıp getirdiği çer-çöpü ve köpüğü konuşmaktır. Hatta arı, duru ve berrak suyu bırakıp nehri terk ederek çer-çöp ve  köpük üzerinde ihtilaf etmektir. Medeniyetlerin çöküşü ve çözülüş dönemi din tartışmaları tamda bunlardır. Hz. Peygamber’in  beyanıyla kendisine verilen ilim ve hidayet yağmurunu emip içindeki sudan ve üzerindeki bitkiden istifade edilen mümbit toprak olmak yerine ilim ve hidayet rahmetini kabul etmeyen çorak toprak olmayı tercih etmektir.

Bu krizlerden yegane çıkış yolu nehri bir şekilde tekrar akıtmaktır. Nehrin önündeki bütün engelleri kaldırmak, önüne katıp götürdüğü çer-çöp ve köpükle meşgul olmamak, bereketli suyundan kana kana  içmektir. Nehirle insan ve hayat arasındaki kapanan içtihat kapılarını yeniden açmak ve daima açık tutmaktır. Nehir ne  kadar akarsa o kadar arınır, arıtır hakikatinden asla vazgeçmemektir. Her şeyden önce suyun, sahibi tarafından arındırılmış olduğuna iman etmektir. Allah’ın ipine; Kur’an’a sımsıkı sarılmak, Hz. Peygamber’in belirlediği mecrası ve istikameti sünneti terk etmemektir. Bütün ahlâki davranışlarımızı ifade eden cihat ve bütün ilmi çabalarımızı kuşatan ictihad ile nehrin akışına hız vermektir.

Hülasa İslam medeniyet nehrinin iki asırdır karşı karşıya kaldığı bütün krizlerde, bütün musibetlerden ve bütün  tehlikelerden çıkışını biricik yolu nehri yeniden akıtmaktır.