CEMİYET hâlinde yaşayan insanların; siyâsî, iktisadi, hukuki ve ahlâkî hükümlere ihtiyaçları vardır. Bütün siyâsî ve sosyal organizasyonların (devlet, hükûmet, yargı ve diğer kurumların) insanoğlunun ihtiyaçları sebebiyle ortaya çıktığı malûmdur. Aydınlanma felsefesini savunan ilim adamları devleti; ‘Aynı ülkenin vatandaşı olan insanların ortak ihtiyaçlarını karşılayan ve insanlığa hizmet eden hukuki-siyasi bir kurum’ olarak târif etmişlerdir. Yaygın olan târife göre devlet: “Sınırları malûm bir ülkeye sahip olan, belirli anayasal düzeni bulunan ve teşkilâtlı millet topluluğunu meydana getiren siyâsi/hukuki bir kurumdur.” Bu târifin, yaygın olan genel kültüre uygun olduğunu söylemek mümkündür. Ancak doğru olduğunu ileri sürmek kolay değildir. Sınırları malûm bir ülkede egemen olmak ve anayasal (hukuki) düzeni sağlamak gibi unsurlar, devletin “olmazsa olmaz” şartıdır. Ancak günümüzde Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın üyesi olan her devletin, insanlığa hizmet ettiğini ve varlık sebebine bağlı kaldığını iddia etmek mümkün değildir.

Birbirlerinden farklı zaman diliminde (çağlarda) yaşayan filozofların devlet târifleri, içinde bulundukları çevre şartlarına göre mâhiyet kazanmıştır. Her filozof, kendi dünya görüşüne göre, devletin keyfiyetini tesbite gayret etmiştir. Filozof st. Augustin, devletin zarûrî bir ihtiyaç olduğunu ifâde etmiş ve şu tesbitte bulunmuştur: “Devlet, ilk günah neticesinde Cennet’ten kovulan insanların yeryüzünde teşkilâtlanmak mecburiyetinde kalmaları üzerine ortaya çıkmıştır.” Filozof Hegel’in ‘devlet’ târifi ise şöyledir: “Devlet ilâhî arzudur. Şu anlamda ki, yeryüzünde mevcut olan ve ortak şuurun örgütü olan tüzel kişiliktir. Devlet, malûm amaçlara, belli kanun ve ilkelerle ulaşır. Bu sebeple kendini bilen ve emreden ilâhî iktidârdır. Ruhun sonsuz ve zorunlu varlığını temsil eder. Tanrı’nın dünyada yürüyüşüdür.”

Tarih boyunca filozoflar ve politikacılar tarafından devlet adına kurgulanan dünya görüşleri; iktidâr sahipleri tarafından vatandaşları için ’sivil din’ gibi dayatılmıştır. Ayrıca ‘hikmet-i hükûmet’ felsefesini esas alan siyâsî rejimlerde; servete ve silaha sahip olan zinde güçler, diğer insanların haklarına tecavüz etmişlerdir. Siyâsî faaliyetleri ‘yönetim tekniği’ olarak değil, boğun eğdirme sanatı olarak gören totaliter zihniyete hâiz devlet adamları ‘egemenliğin kaynağı nedir?’ sualinin sorulmasından bile rahatsız olmuşlardır. Bunun bir değil, birden fazla sebebi vardır. Batı’da egemenliğin kaynağı konusunda, iki önemli görüş vardır.

Birincisi: Egemenlik, kâinatı yaratan ve herşeyin sahibi olan Allah’a mahsus olan ve O’nun adına kullanılması gereken bir haktır.

İkincisi: Egemenlik, halkın iradesine ve rızasına dayanan, yani kuvvet kullanma imtiyazını halktan alan devletin gücünü ifâde eden bir kavramdır.

Birinci görüşü savunan ruhban sınıfı; diğer egemen zümrelerle (feodal beyler, senyörler vs.) işbirliği yaparak, uzun yıllar iktidârı elinde tutmuştur. Bâzı medya aydınlarının ‘din nassa dayanır ve teokratik bir nizâmı teklif eder. Çağdaş uygarlık, akla ve bilime dayanır. Bunun tabii sonucu ise demokrasidir’ şeklindeki iddiaları, Avrupa ülkeleri için doğrudur. Zira halkı Hristiyan olan ülkelerde insanları ‘ruhbanlar’ ve ‘lâikler’ şeklinde tasnif etmek mümkündür. Bu iki sınıfın; hem dünya görüşleri, hem de menfaatleri birbirinden farklıdır. İslâm toplumlarında, kendilerine mahsus imtiyazları olan ruhban sınıfının bulunmadığı malûmdur. Dolayısıyla batı’dan tercüme yoluyla aktarılan siyâset nazariyeleri ile İslâm toplumunun problemlerini çözmek mümkün değildir.

İslâm dininin temel hedeflerinden birisi, Allah’a (cc) iman eden ve bu sebeble birbirlerinin kardeşleri olan insanları cemiyet hâline getirmektir. Bu hedefe ulaşabilmek için siyâsî faaliyetlere ihtiyaç vardır. İnsanlara iyilikleri emretmek ve onları kötülüklerden alıkoymak dinin ve hilâfetin aslıdır. İslâm âlimleri ‘manevi şahsiyete (tüzel kişiliğe) hâiz olduğu ifâde edilen ve dokunulmazlık zırhı ile korunan mukaddes devlet kavramı’ üzerinde hiç durmamışlardır. Akâid kitaplarında ve ‘Ahkamû’s Sultaniye’ (İktidârın Hükümleri) isimli eserlerde; ‘Halife, Emirü’l Mü’minin, Sultan ve İmamet-i Kübrâ’ gibi kavramların kullanıldığını söylemek mümkündür. Sahih, sünen ve müsned adını taşıyan hadis kitaplarında, bu kavramlar ’siyasi iktidârı’ kullanan kimseleri ifâde için kullanılmıştır. Meselâ: “Cihadın en efdali, zâlim sultan (Sultân-ı Câir) katında hakikati söylemektir” Hadis-i Şerif’inde yer alan sultân tabiri, iktidâr sahibi manasınadır. Bâzı Hadis-i Şeriflerde ise imam kavramı kullanılmıştır: “Her kim imama itaatten el kadar ayrılırsa; kıyamet gününde Allahü Teâlâ’ya (cc) amelî hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır.

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan “halife, ulûl’emr-i minkûm (sizden olan emir sahibi) ve imam” kavramları ile siyâsî faaliyetler arasında zarûrî bir münasebet vardır. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) vefatından sonra müslümanların karşılaştıkları problemlerden birisi, hilâfet makamına kimin getirileceği meselesidir. Medine’li müslümanlar “Sakifetû Ben-î Saide” gölgeliğinde toplanmış, halifenin kendilerinden olması gerektiğine karar vermiş ve Hz. Sa’d b. Ubade’ye (ra) bey’at edilmesini teklif etmişlerdir. Evs Kabilesi’ne mensup olan müslümanlar; Hz. Sa’d b. Ubade (ra) Hazreç Kabilesi’nden olduğu için, bu teklife fazla sıcak bakmamışlardır. Muhacir durumunda olan müslümanlar, hilâfet makamına kendilerinden birisinin getirilmesinin daha doğru olacağını ifâde etmişlerdir. Üçüncü bir grup ise, hilâfet makamına Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) mensubu olduğu ‘Benî Hâşim’ kabilesinden birisinin getirilmesinin isabetli olacağını beyan etmişlerdir. Onlara göre, Hilâfet makamına Hz. Ali b. Ebi Talip’in (ra) getirilmesi gerekir. Bâzı kaynaklarda, bu konuda yapılan müzakereler esnasında tarafların birbirlerine kızdıkları ve iddialarını sert bir uslûpla ifâde ettikleri belirtilmektedir. Başta Hz. Ömer (ra) olmak üzere; o mecliste bulunan sahabeler, Hz. Ebûbekir’e bey’at etmiş ve onu halife tâyin etmişlerdir.

Tarih boyunca velâyet ve vekâlet hukuku ile ilgili olan halife, imam ve ulü’l-emr gibi kavramlar, meşrû iktidârı ve yönetim tekniğini ifâde için kullanılmıştır. Ehl-i Sünnet ulemâsının, İslâm Fıkhı’nı uygulayan iktidârı ifâde için ‘Hilâfet’ kavramını tercih ettiği mâlûmdur. Bunun sebebi, iktidârın meşrûiyyeti için ‘adâleti, liyâkatı ve müslümanların rızasını’ esas almalarıdır. Modern Cumhuriyet anlayışının yayılması ve aydınlanma felsefesinin ‘devlet politikası’ hâline getirilmesinden sonra, Hilâfet resmen ilga edilmiştir. (3 Mart 1924) Zamanın adâlet bakanı müderris Seyyid Bey, hilâfetin ilgâsıyla ilgili metne yazdığı gerekçede ve tasarıyı savunmak için Meclis Kürsüsü’nde yaptığı konuşmada ‘Osmanlı döneminde uygulanan Hilâfet sisteminin İslâm’a uygun olmadığını, meşveret, biat, seçim, murakabe ilkelerine riâyet edilmediğini, saltanat ve istibdat olduğunu’ ileri sürmüştür. Tarih boyunca Hilâfet, Saltanat ve İmâmet gibi kavramlarla ifâde edilen siyâsî meseleler, müslümanların gündemini işgâl etmiştir.